Tezkiretü’l-Halvetiyye, Yusuf Sinan Efendi

Paylaş:

Tarih Okumaları serisi içerisinde devam eden menâkıbnâme okumalarında Koç Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Aslı Niyazioğlu ile Tezkiretü’l-Halvetiyye üzerine konuşuldu. “Osmanlı tarihini Osmanlı kültür tarihi ile birlikte nasıl yazabiliriz? Alimler, şeyhler, şairler dünyalarını nasıl gördüler?” gibi temel sorular ekseninde çalışan Niyazioğlu, bir süredir çalışmalarında hayat hikayelerine odaklanmıştır. Rüyalar üzerine çalışması dolayısıyla menâkıbnâme okumaları serisi için bir halveti menâkıbnâmesi seçen Niyazioğlu, Yusuf Sinan Efendi’nin menâkıbını bu bağlamda çalışır. Bu ve benzeri eserlerin dillerinin zorlayıcılığı ve yazarların anlatmaya çalıştığı dünyanın sadece kendi aradığımız unsurlar üzerinden okunması ve bu esnada asıl anlatmak istedikleri dünyaların gözden kaçırılması gibi bazı metodolojik sorunlarla karşılaşıldığını tespit eder. Ona göre, bu sorunlar ancak edebiyat, sanat, kültür ve tasavvuf tarihçilerinin ortak çabalarıyla aşılabilir ve onların bize sunduğu dünya bu şekilde anlaşılabilir.

Tezkiretü’l-Halvetiyye’nin müellifi, yazılışı, isimlendirilmesi ve nüshaları gibi bazı temel özelliklerine bakıldığında; eser Yusuf Sinan Efendi’ye aittir. Yusuf Sinan Efendi, 1574’te Sultan III. Murad’ın Merkez Efendi’nin kabrini ziyareti münasebetiyle bu menâkıbnâmeyi sultana sunmuştur. Kendisi o sırada Koca Mustafa Paşa şeyhidir. Babasından sonra yeni şeyh olmuştur ve dergâhın kuruluşundan itibaren ilk dört şeyhinin biyografilerini içeren bu menâkıbnâmeyi kaleme almıştır. Bu nedenle 39 varaklık çok kısa bir eserdir. Yazar, Menâkıbnâmeyi Risâleolarak adlandırır. Eserin ismiyle ilgili karışıklığın sebebi ise Yusuf Sinan Efendi’nin eseri isimlendirmemesidir. Eser daha çok Tezkiretü’l-HalvetiyyeMeşâyîhü’l-Halvetiyye olarak bilinir. Henüz edisyon kritiği yapılmayan eserin, Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Koleksiyonu’nda yer alan tarihsiz bir nüshası ile 17. asrın başlarındaki, 1610 tarihli nüshası üzerinde çalışır Niyazioğlu ve bu iki nüshanın çok ilginç bir şekilde kelime-harf farkı olmaksızın birbirinin aynı olduğunu tespit eder. Atatürk Kitaplığı’nda bir yazması daha bulunduğu söylense de Niyazioğlu’na göre eser, risale olması hasebiyle muhtemelen mecmuaların içinde yer alır ve dolayısıyla kataloglayanların dikkatlerinden kaçan başka nüshaları da mevcuttur. Padişah’a sunulması dolayısıyla aslında Topkapı Sarayı’nda ve tekkenin kitapları arasında da bulunması gerekir. Fakat, eldeki kayıtlar başka nüshaların varlığı hususunda bilgi vermemektedir.

Şinasi Tekin’in “tarihçiler olarak metinleri konuşturmamız gerekir” sözünü hatırlatarak söz konusu menâkıbnâmenin “neler söylediğine” geçen Niyazioğlu, bu kitabın ve başka menâkıbnâmelerin bir hafıza ağı olduğunu; geçmiş ile gelecek, ölülerle yaşayanlar, hayatı yazılan şeyhlerle okurlar yazarlar ve tabii menâkıbnâmeler için çok önemli olan dünyevî hayatla uhrevî hayatın birbirine bağlandığı bir hafıza ağı olarak düşünülmesi gerektiğini ileri sürer. Bu bağlardan biri, giriş bölümünde Yusuf Sinan Efendi’nin uzun uzun anlattığı yazar ile hayatı anlatılan şeyhler ve okur ile hayatı anlatılan şeyhler arasındaki ilişkidir ve bu ilişki bizlerin şu an anlayamayacağı kadar canlı bir ilişkidir. Kendisini Koca Mustafa Paşa Dergahı’nın ve Sünbül Sinan Efendi’nin türbesinin hizmetlisi olarak anlatır. Bu kitabı okuyacak kişiler ise burayı ziyaret edenlerdir ve onlar bu türbelerde yatan şeyhleri daha iyi tanıdıkça, onların ne kadar hürmet edilecek şahıslar olduklarını anlayacaklar ve ruhaniyetlerinden aldıkları feyiz artacaktır.

Tekke-türbe ve menâkıbnâmenin yazmaları arasındaki ilişki de bu bağların bir görüntüsüdür. Taş ve kağıt, unutulmaya karşı iki önemli araç; biri şeyhin bedenini korur, mezarını ‘yer’den ‘mekân’a çevirir. Diğeri de şeyhin sîretini ve menkıbesini korur. İşlevleri ve koruma şekilleri farklı olmakla birlikte genelde bir arada görülürler. Türbe yapımıyla menâkıbnâme yazımının nasıl bir arada gittiğini Zeynep Yürekli Görkay’ın çalışmaları açıkça ortaya koymuştur. Birçok Halvetî şeyhi –mesela Kastamonu’da Şabaniye tarikatından Fuadî– hem türbe yapımı hem de menâkıbnâme yazımıyla ilgilenmişlerdir. Menâkıbnâme olmadığı zaman o türbe bir taş yığınına dönüşür. Bir hafızaya ve bu hafızayı nesilden nesile aktarmaya ihtiyaç vardır ve kağıt bu hafızayı kaydedip koruyacak ve aktaracak bir araçtır.

Yusuf Sinan Efendi’nin bu eseri Sultan III. Murad’a takdim etmesi de üzerinde durulması gereken bir başka husustur. On altıncı asır tarihini bilenler sultanların ve sarayın Halvetîlerle yakın ilişkilerini hatırlayacaklardır. 1570’lerde, Sultan, Valide Sultan, Vezir-i Azam ve hadım hepsinin Halvetî şeyhleri vardır. Dolayısıyla Yusuf Sinan Efendi’nin de bir hami arayışı içinde olduğu şeklinde bir değerlendirme yapılabilir. Tekkenin yapısını düşündüğümüzde ise bir külliye ile karşılaşırız: Hocaları ve talebeleriyle bir medrese ve her gün gelen yüzlerce ziyaretçi. Bunların da menâkıbnâmenin okuyucuları, dinleyicileri olarak düşünülmesi muhtemeldir.

Rüyalar, hafıza ağında önemli bir ilmektir. Bu, göz önünde bulundurularak menâkıbnâmede yer verilen rüyalara bakıldığında çok seçici davrandıkları görülür. Belli motifler söz konusudur. Bu seçicilik kelime seçiminde bile kendini gösterir. Mesela Yusuf Sinan Efendi ‘hâlâ’ ve ‘el-ân’ kelimelerini çok sistematik bir şekilde kullanır. Geçmiş ile şimdi arasında kurulan bağı anlamak için bu kelimelerin kullanımına da bakılmalıdır. Genel olarak menâkıbnâmelere rüyalar bağlamında bakıldığında bir şeyhin seyr ü sülukla ilgili rüyalarını görmeyi beklersiniz ya da siyasi rüyalar olmalıdır bunlar. Bu nedenle Tezkiretü’l-Halvetiyye’de menâkıbı anlatılan şeyhlerden, gördüğü rüya üzerine Kanunî’nin son seferi olan Zigetvar seferine çıkan Halvetî şeyhi Nureddin-zâde ile aynı dönemde yaşayan Yakub Efendi’nin rüyalarına odaklanır Niyazioğlu ve ne nefs mücadelesi ne de siyasetle ilgili bir tek rüya tespit edebilir. Nakledilen üç rüyadan ilki Yakub Efendi’nin inabet rüyasıdır. Diğerleri ise Yanya ataması ve türbe ve dergâhın yeri ile ilgilidir. Bu rüyalar şeyhlik kariyeri için önemli aşamaları gösterir. İnabet, önemli bir atama: Yanya, türbenin ve Koca Mustafa Paşa Dergâhı’nın yeri. Zaviye, halife ve kıssanın kendisi. Bir yönüyle silsilenâmeye de benzemektedir. Bir Halvetî şeyhinin menâkıbı çok daha uhrevî olmalıdır beklentisine karşın menâkıbnâmede varolan şey; silsilede aldıkları yer, bu yere nasıl geldikleri ve uhrevî alandan bunun nasıl onaylandığıdır. Ayrıca tabire açık olmayıp kesin olmaları ilginçtir. Literal rüyalar denilen bu rüyalar genellikle tartışmalı konular üzerinedir. 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir