Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Veli
Menâkıbnâme okumaları serisinin üçüncüsünde Cemal Kafadar’dan Velâyetnâme-i Hacı Bektaş-ı Velî’yi dinledik. Tarih teorisinden ‘Aziz İstanbul’da olup bitenlere, Trakya’daki Alevî-Bektaşî zümrelerin durumundan Türk milliyetçiliğinin entelektüel tarihine zihninde dönen meselelerden kısaca bahsederek kendi menâkıbnâme okumalarının bunlardan bağımsız olmadığını söyleyen Kafadar, Velâyetnâmeüzerine değerlendirmelerini bu sorular çerçevesinde ortaya koydu. Kafadar’a göre Velâyetnâmegibi kaynak eserler, “çok sesli bir metin okuması” olarak tarif ettiği yaklaşımla; her dönemin kendi soruları, sorunları açısından tekrar tekrar sorgulanmalıdır. Bir süredir Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli Sultan) Dergâhı’nın göbeğindeki dut ağacının anlamının ve hikayesinin peşinde olduğuna; menâkıbnâme deryasında bir katre olan Kızıl Deli Sultan Menâkıbnâmesi’yle başlayan okumalarının bu arayışın peşinden gittiğine değinen Kafadar, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Otman Baba, Veli Vaba, Şücaeddin Velî menâkıbları korpusu içinde Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’nin en önemlisi olduğunu belirtti. Bunun dışında Dede Korkut, Oğuznâmegibi başka metinlerle de paralellikler bulunmaktadır; ses, üslup, kelime haznesi, anlatılardaki bazı motifler çok benzerdir.
On beşinci asrın sonlarında yazıya geçirildiği düşünülen Velâyetnâmeyazıldığında Hacı Bektaş-ı Velî kültü iki yüzyıllık bir geçmişe sahiptir. Dolayısıyla metinde, Osmanlı hanedanın manevi aidiyeti itibariyle nereye yöneldiği gibi birtakım asrî tartışmalara müdahale etme çabası vardır. Ayrıca yine bu asırda şifahi olanın yazıya geçirilmesi şeklinde bir tavır söz konusudur. Dede Korkut, Seyyid Battal Gazi, Oğuznâme(Oğuzlara ait atasözleri koleksiyonları), Aşıkpaşazade’nin Tevarih-i(bazı yerlerde Menâkıb kelimesini kullanması kayda değerdir) Âl-i Osmankitabı, anonim Osmanlı tarihleri, Saltuknâmegibi diğer şifahi kültür ürünlerinin de bu dönemde yazıya geçirilmesini birbirinden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Velâyetnâme’yi okumak bütün bu unsurları göz önünde bulundurarak okumak demektir ki henüz hakkı verilebilmiş değildir. Maalesef Abdülbâki Gölpınarlı’nın bu alandaki çalışmalarının arkası getirilememiştir. Menâkıbın yazıya geçirilirken işin doğası gereği aynı zamanda bir “ayar verme” sürecinden de geçtiğini, her şifahi anlatının bir yorum olduğunu; yazıya geçtiğinde metin halinin her okunuşunun da bir “performans yani icra ve tevil” olduğunu hatırda tutmak gerektiğini belirten Kafadar, “kayıtlar bir şeyin neyini kaydeder? Söz uçar yazı kalır deniyor; iyi de uçmanın nesi kötü?” sorularıyla içinde yaşadığımız kayıt çağında yazıya bu derece öncelik verilmesine karşıdır.
Daha sonra Velâyetnâme’nin yazmalarına değinen Kafadar, tarihleri açısından nüshaların ilginç dağılımına dikkatleri çekti. Manzum ve manzum-mensur karışımı yazmalardan Bedri Noyan’ın yayınladığı nüsha, Gölpınarlı’nın listelediği on nüsha ve TDV’nin yeni yayınında kullanılan dört nüshadan beş tanesi 1034-1044 arasındaki on yıla tarihlenmiştir ki on yedinci asrın tarihini bilenler için bu on yıl çok şey ifade eder. Bağdat’ın düşüşü ve IV. Murat’ın Bağdat seferi bu yıllardadır. Osmanlı Devleti’nin Bektaşî geleneği ile ilişkilerinin yeniden gözden geçirildiği ve harmanlandığı bir dönemdir. Bu dönemde birçok Velâyetnâme nüshası yazılması, o nüshaların bu tarihî bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Velâyetnâme’nin yazıldığı tarih ve yazarına ait kesin bilgilere sahip değiliz. Manzum şeklinin 1481 ile 1501 arasında Uzun Firdevsî tarafından yazıldığı en çok kabul gören görüştür. Mensur-manzum metin ise daha şüpheli olmakla birlikte yine Uzun Firdevsî’ye atfedilir. Ali oğlu Musa’nın mensur metnin yazarı olması ihtimalini de bir kenara koymamak gerektiğini savunan Kafadar, neden ve ne zaman manzuma geçildiğinin bilinmediğini belirtti.
Metin Hacı Bektaş-ı Velî’nin nesebi, soyu ile başlar; Türkistan, Horasan, Bedehşan’da yaşadıkları, Ahmed Yesevî’yle münasebeti ile devam eder. Kafadar’a göre yapılan son çalışmalar birebir bir ilişkinin çok şüpheli olduğunu ortaya koymaktadır. Ahmed Yesevî’nin Hacı Bektaş-ı Velî’yi Diyar-ı Rum’a göndermesi ile anlatı Anadolu’ya intikal eder. Diyar-ı Rum’a gelirken kat ettiği İran, Mekke, Suriye yolu çok önemlidir. Rum erenleri onu kolay kabul etmez ve ciddi bir rekabet söz konusu olur. Velâyetnâme, Hacı Bektaş-ı Velî’nin Mevlana ve Ahi Evren gibi Diyar-ı Rum’daki pek çok kişiyle olan musahabeleri ile devam eder.
Kafadar sunumunu, girişte değindiği dut ağacının hikayesine bağlayarak hitama erdirdi. Kafadar’a göre menâkıbnâmelerde çeşitli taşlar, ağaçlar (dut, kavak) ve hayvanların (güvercin, geyik, şahin) yer almasında, doğa denilen şeye ve bu kavramın içinde canlı ve cansız diye tasnif ettiğimiz varlıklara yönelik farklı bir yaklaşımın izlerini bulmak mümkündür. Kuşatıcı ve kendi içinde tutarlı bir yaklaşımın somut birer yansıması oldukları içindir ki menkıbelerdeki özgül motifler; dut, güvercin vs. yerine oturur ve anlam kazanır. Elbette bütün toplumun aynı baktığını varsaymak çok yanlış olur. Toplumun farklı kesimleri arasındaki zihniyet farklarına ve gerilimlere de bakmak gerekir. Bu motiflerin anlatılarda yer alış şekillerini, Türkmenlerin zaten varolan ve Horasan’dan Anadolu’ya taşıdıkları kültüre atfen çizgisellik ve kalıtsalcılık çerçevesinde açıklamak da acelecilik olur. Bilakis büyük coğrafi ve sosyolojik dönüşümler yaşayan toplulukların karşısına çıkan yeni imkânlara ve içine düştükleri yeni travmalara cevap verebildikleri için başarılı olmuştur erenler.
Sunum süresince Hacı Bektaş-ı Velî’nin ve menâkıbnâme türündeki diğer metinlerin nasıl okunabileceği ile ilgili metodolojik bir çerçeve ortaya koyan Kafadar, “Vahyin bile esbab-ı nüzulü vardır. Erenlerin nefeslerini şu yalan dünyanın değişen şartları ve mahpuslarının farklı sergüzeştleri bağlamında okumak gerekmez mi?” sorusu ile sunumunu bitirdi.