Sanat Hafıza İlişkisinde Zaman ve Mekân
Zeynep Gemuhluoğlu “Sanat Hafıza İlişkisinde Zaman ve Mekân” başlıklı sunumuna Augustinus’un İtiraflar’ından bir alıntıyla başladı: “Zamanın ne olduğunu içten biliriz fakat onun ne anlama geldiğini anlatmak istediğimizde ne olduğunu bilemeyiz”. Sunumunun da benzer bir aporiadan yola çıktığını söyleyen Gemuhluoğlu konuşmasında sanatın hafıza ile ilişkisine felsefe tarihi boyunca zaman ve mekâna dair tasarımlar bağlamında bakacağını söyledi. Sanatı konuşmak epistemolojiyi konuşmaktır; mesele sanattan çok bir şeyi bilme sorusudur, diyen Gemuhluoğlu bu bağlamda konuşmasında imge, hafıza, zaman ve mekân kavramlarının Antik Çağ’dan günümüze geçirdiği dönüşümlere değindi.
Platon ve Aristoteles için asıl meselenin imge nedir sorusundan önce bir birlik ve çokluk meselesi olduğuna işaret eden Gemuhluoğlu, modern zamanlarda bilginin bir özne-nesne ilişkisi hâline geldiğini ekledi. Descartes’a kadar bilgi bir özne-nesne meselesi olarak ele alınmamıştır. Bu bağlamda Gemuhluoğlu’na göre Platon bilgi edinme sürecinde iki kavram ortaya koyar: ikon ve idol. İkon bir varlığın bir başka varlıktaki izidir; bu iz ise bir imge. Tartışma bir birlik-çokluk meselesinden yola çıktığı için de burada bir özne-nesne ilişkisinden değil ama idealar, töz-cevher veya İbn Sînâ gibi İslâm âlimlerinin tabirleriyle faal akıldan söz edilir. Söz konusu kavramlar aynı zamanda ilim ile marifet arasındaki farkı da ortaya koyar. İbn Sînâ marifetin ilim değil bir tecrübe olduğuna işaret eder. Buna göre bir şeyin ilim hâline gelmesi dünya üstü bir akıldan (faal akıl) gelen ışıma ile mümkündür. Zira insan aklının bunu kavraması mümkün değildir. Bu bağlamda sanatla irtibatlı olan muhayyile ilmin değil, tecrübenin (marifet) sahasına dâhildir.
Platon’a geri döndüğümde ikonun Platon’un tasdik ettiği bir imge olduğunu görürüz. Öte yandan “idol” gölge kelimesinden türemiştir ve Platon’un şehrinden kovduğu sanatçılar, ikonu değil idolü üretenlerdir. Burada Platon idol ile şeylerin yeniden, gölge-varlıklar olarak üretilmesini kasteder. Aynı şekilde Platon hafıza meselesini de imge meselesi olarak ele alır. Burada Platon’da iki tür anlatı yapısı devreye girer: diejetik ve mimetik. Diejetik anlatı bir olayın anlatıcı tarafından yeniden anlatılması dolayımında felsefe tarihinde daha sonra tanıklıkla, arşivle ve tarih yazımıyla birlikte anılır. Oysa mimetik anlatı, tıpkı tragedyada olduğu gibi olayın yeniden canlandırılmasıdır.
Bu iki anlatı türünün Aristoteles tarafından birleştirileceğini söyleyen Gemuhluoğlu, ne Platon’un ne de Aristoteles’in zaman ve mekân kavramlarını sanat bağlamında konuşmadıklarını ifade eder. Mesela Aristoteles için her iki kavram da fiziğin konularıdır. Ancak Platon’un ayrı ayrı düşündüğü, Aristoteles’in daha sonra birleştirdiği iki anlatı hatıra ve hafıza meselesiyle yakından ilgili olduğu gibi sonradan sanata dair tartışmalara da dâhil olur. Zira anı bağlamında düşündüğümüzde dijetik olan bizi olayın olduğu yere götürür, oysa mimetik olanda olay bizim önümüze serilir. Böylece temsiliyet tartışması ortaya çıktığı gibi zaman da anlatıya özgü bir kavram olarak devreye girer.
Meselenin sanatla irtibatına bakmak için Aristoteles’in Poetika’sını düşünmek gerekir. Burada Aristoteles’in anlatı, zaman ve hafızayı bir arada işlediğini görürüz. Aristoteles Platon’un aksine bir ruh-beden ikiliğini değil, ruh ve bedenin birlikte var olduğu bir ikizliği savunur. Beden tecrübenin, hazırlık aşamasının yeridir. Bu bağlamda Gemuhluoğlu Aristoteles’te bedenin “kemal” için önemli olduğu söyler. Ruhun bireyselleşmesi için beden bir dolayım sağlar. Peki, Aristoteles’in ikilik yerine ikizliği teklif etmesi anlatı problemini nasıl çözer? Bunun cevabını filozofun tragedyaya dair yaklaşımında görürüz: Tragedya –şeyleri değil– insani fiilleri taklit eder. Bu taklit yoluyla bir özdeşleşme gerçekleşir ve özdeşleşme katharsisle sonuçlanır; böylece tragedya seyircisi kötü huylarından arınır. Diejetik yerine mimetik anlatıdan yola çıkan Aristoteles’e göre mimesis faydacı ve ahlakidir. Ortaçağ’da da aynı mesele Aristo’ya dayandırılarak tartışılır. Dahası estetik disiplini kurulurken Baumgarten fikirlerini Aristoteles’ten yola çıkarak oluşturur. Aristoteles’in hafızaya dair söylediklerini ele alırken Gemuhluoğlu Aristoteles’te hafızanın geçmişe ait bir şey olduğunu söyler ve imgeyi anıya bağlar: Bir imgenin oluşması her zaman hafıza dolayımından geçer; oysa Platon’da durum tam tersidir. Platon anıyı imgeye bağlar.
Sanat ve mekâna dair tartışmalara geldiğimizde Gemuhluoğlu sanatın modern zamanlara kadar mekânsal bir temsille konuşulduğunu söyledi. İmge epistemolojik bir şeydi ve mekânla birlikte ele alınırdı. Bunun zamanla ilişkilendirilmesi için Husserl’i, ama Husserl’den çok Bergson’u beklemek gerektiğini ekleyen Gemuhluoğlu’na göre sanatın zamanla doğrudan irtibatlandırılmasını Deleuze zaman-imgesi ile ortaya koydu. Temsilin mimetik bir olgu olduğunu vurgulayan Gemuhluoğlu temsil sayesinde var olmayanı mevcut kılacak bir formülün ortaya çıktığını söyledi. Hafızanın mekânla temsil edildiğine ve mekân aracılığıyla hafızanın yeniden üretilidiğine dikkat çeken Gemuhluoğlu mekânla birlikte cisimlerin söz konusu olduğunu ifade etti ve zamanın uzun bir süre temsil meselesine dâhil olmadığını ekledi. Oysa Deleuze’den itibaren zaman imgeyle yan yana gelmeye başlar.
Zamanla ilişkinin Kant’a uzandığını vurgulayan Gemuhluoğlu, Kant’tan itibaren bir şeyi bilmenin o şeyi öncelediğini söyledi. Bilmenin şeyi öncelemesi birbiriyle ilişkili iki durumun ortaya çıkmasına sebep olur: Bilgi bir özne-nesne ilişkisi hâlini alırken temsilin kendisi de bir kurguya dönüşür. Kant’a göre zaman ve mekân, eskisi gibi algımızla ilgili değildir, ona önceldir. Kavramın değişimiyle zaman artık düz-çizgisel hâl alır. Deleuze Kant derslerinde Shakespeare’in “Zamanın zıvanadan çıkması” ile Rimbaud’un “Ben bir başkasıdır” cümlelerini “Zaman zıvanadan çıktığında ben bir başkasıdır” biçiminde yorumlar. Bu durumda düz-çizgisel zaman üzerinde ilerleyen insan zamandaki bir kesikten ibaret olur. Kant’ın zamana dair bu yorumu saf tenzihi bir noktaya işaret eder ve Deleuze’ün zaman-imgesine ulaşan çizgiyi oluşturur. Bu öncel oluş zaman ve uzaya ait olmayanı bilemeyeceğimizi söylerken Kant’ın sanat anlatışında öne çıkan yüceliğe atıf yapar. Zira yücelik imgeselliği olmayandır.
Gemuhluoğlu Heidegger’e geldiğimizde onun mekânı artık Dasein’la birlikte konuştuğunu söyledi. Mekân Heidegger’e kadar hep cisimle düşünülmüştü; oysa Heidegger’e göre mekânın mekânsallaşması Dasein’a bağlı hâle gelir. Mekân –Kant’taki gibi– bir a priori veya bir varlık kategorisi değildir artık; mekân insanla bedenleşen bir şeydir. Heidegger’in hafızaya dair düşüncelerine de bakan Gemuhluoğlu Heidegger’in hafızayı düşünme, şükretme ve sadakatin bir araya geldiği bir açıklık olarak ifade ettiğini söyledi.
Gemuhluoğlu sunumunu zaman, mekân ve hafızaya dair Walter Benjamin’in düşünceleriyle noktaladı. Benjamin’in tarih anlayışının hafıza ve zamanla ilişkisini ve alegoriyle irtibatını vurgulayan Gemuhluoğlu Benjamin’in imgeyi “ne tarihin şimdi’yi belirlemesi ne de şimdi’nin geçmişi tanımlaması değil her ikisinin anlık bir parlamayla şimdi’de bir takımyıldızı oluşturması” şeklinde tanımladığına dikkat çekti. Bu imgenin oluşturulması ise metafor ve sembolle değil alegori ile mümkün olur. Zira metafor temsile bağlıdır; yukarıdan aşağıya bir hiyerarşiyi ifade eder. Sembol ise yarı tanrısal yarı kişiseldir. Oysa bir söylem tarzı olmaktan çok bir yorum kavramı olarak ortaya çıkan alegori, anlatıya ilişkindir ve ötekinin konuşmasına atıf yapar. Yoruma dair oluşu dolayısıyla alegori zamansaldır ve hafızayı işaret eder. Alegorinin bu zamansallığını keşfeden Benjamin’e göre alegori ötekinin konuşmasıdır. Alegoride geçmiş ve şimdi birbirine indirgenmez, aksine tekillikler konuşur. Dahası Logos’un ben’ine karşılık alegori öteki’ni öne çıkarır. Böylesi bir yaklaşım sanat ve hafıza tartışmalarında yeni bir bakış açısını devreye sokar.