25. Yılında Post-Sovyet Coğrafya: Siyaset, Ekonomi, Kültür

Paylaş:

2016 yılı Sovyetler Birliği’nin dağılmasının yirmi beşinci yılına denk geliyor. Bu vesileyle Küresel Araştırmalar Merkezi, eski Sovyet coğrafyasının bu süreçteki siyasi, ekonomik ve kültürel deneyimini konu alan bir panel düzenledi. Oturum başkanlığını Yrd. Doç. Dr. İsmail Yaylacı’nın yürüttüğü panelin konuşmacıları Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu, Yrd. Doç. Dr. Vügar İmanbeyli ve Dr. Sevinç Özkan’dı. 

İlk panelist olan Vügar İmanbeyli’nin konuşmasının odağını Post-Sovyet coğrafyasındaki ülkelerin iç siyaseti ve siyasal sistemleri oluşturdu. İmanbeyli’ye göre SSCB’nin tarihi 1985 öncesi ve sonrası diye ikiye ayrılabilir. 1985’ten 1991’deki dağılmaya kadar olan sürece “Perestroyka demokrasisi” diyebiliriz. Bu süreçte Komünist Parti’nin yanında başka siyasi partilerin kurulmasına izin verilmiş ve belirli ölçekte rekabetçi bir sistem oluşmaya başlamıştır. Bu dönem 1991 darbesiyle son bulmuştur. Bugünden bakıldığında ne Rusya’da ne de eski Sovyet ülkelerinde Perestroyka ile öngörülen serbestleşmenin gerçekleştiğini görüyoruz. İmanbeyli bütün bu ülkelerde demokratik seçim sistemlerinin yaralandığını düşünüyor. Bu bağlamda, “rekabetsiz seçimler” olarak adlandırdığı bu sistemde seçimler ve siyaset arasında bir korelasyon görülmüyor.

Bu ülkelerin siyasal yapılarına gelirsek, eski Sovyet ülkelerinin genelinde süper-başkanlık ve yarı-başkanlık sistemlerinin yani yürütmenin baskın geldiği sistemlerin oluştuğunu görüyoruz. Bu ülkelerde 90’lı yıllarda parlamento kısmi bir güce sahipken 2000 sonrasında başkanlar çok daha kuvvetli hâle gelmişlerdir; Rusya ve Putin bunun en belirgin örneğidir. Ancak bu durum karşısında istisna tutulabilecek dört ülke olduğunu söyleyebiliriz: Ukrayna, Moldova, Kırgızistan ve Gürcistan. Bu ülkelerde parlamentonun ve çoğulcu siyasetin kurulabildiğini görüyoruz. Bu ülkelerin siyaseten Avrupa Birliği’yle daha yakın temasa girmiş olmaları da bunda etkendir.

İmanbeyli, eski Sovyet coğrafyası ülkelerinin siyasetini anlamak için elitlerin önemli olduğunu vurguladı. 90’lardan günümüze Sovyet elitinin siyasi gücü elinde bulundurduğunu söyledi. Geçtiğimiz 25 senede bu elit profilinde kayda değer bir değişim olmamıştır. 1991’de bağımsız devletler ortaya çıktığında bu devletlerin ilk başkanlarının neredeyse hepsi ülkelerinde Komünist Parti genel sekreteriydi. Uzun bir dönem geçmesine rağmen bu ülkelerde iktidar ve elit değişimleri meydana gelmedi. Bu konuda değinilmesi gereken önemli bir mesele yeni “güvenlik eliti”nin oluşumudur. 90’lı yıllarda Rusya’da karar merciindeki her 5 kişiden 1’i güvenlik elitine mensupken 2000’lerde bu oran, her iki kişiden biri seviyesine yükselmiştir. Rusya dışındaki devletlerde ise klanların ve bölgesel âyânın elit kompozisyonda hatırı sayılır önemi olduğunu söylemek gerekir.

İmanbeyli konuşmasının son bölümünde bölgeyle ilgili gelecek tahminlerine yer verdi. Bölgenin ileride çoğulcu siyaseti destekleyeceği yahut otoriterliğini derinleştirmeye devam edeceği şeklinde iki görüşün olduğunu ancak bunun yerine bölge hakkında şüpheci bir yaklaşıma sahip olunması gerektiğini savundu. Liderlik pozisyonunun bu kadar yetkili olduğu bir coğrafyada elitlere ve lider kararlarına odaklanmanın bölgenin geleceği konusunda hüküm vermede daha sağlıklı veriler üretebileceğini söyleyerek sunumuna son verdi.

İkinci konuşmacı olan İlyas Kemaloğlu ise konuşmasında eski Sovyet coğrafyasındaki ülkelerin dış politikasına yoğunlaştı. Bütün Sovyet-sonrası cumhuriyetlerin benzer bir politika güttüğünü söyledi. Bu cumhuriyetlerde SSCB’den miras kalan sorunların devam ettiğini belirten Kemaloğlu bunların en başında sınır sorunlarının olduğunu ifade etti. Bu sebeple etnik çatışmaların yoğun, ayrılıkçı hareketlerin çok olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bizim buna dair bildiğimiz en yakın örnek Ermenistan-Azerbaycan arasındaki Dağlık-Karabağ sorunu. Bununla ilintili olarak Sovyetler Birliği zamanında burada mukim kılınan ve artık önemli bir ölçeğe ulaşan Rus nüfusu ise ayrı bir sorunu teşkil ediyor.

İkinci büyük sorun ise ekonomik alanda beliriyor. Sovyetler döneminde tüm bu cumhuriyetler birbirini tamamlayan bir ekonomik yapıya sahipken şimdi bütün bu devletlerin ayrı birer ulusal ekonomiye dönüşmeleri sıkıntılı olmuştur. Kemaloğlu bu anlamda mevzubahis cumhuriyetlerin, bağımsız devletlerin sahip olması gereken unsurları elde etmeye uğraştıklarını belirtti: para birimi, ordu, bankalar vs. Bunlar Sovyetlerden kalan problemler; ancak hepsi bununla sınırlı değil. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte küresel ve bölgesel güçlerin coğrafyaya ilgisinin artması ve radikal İslamcı grupların bölgeye müdahalesi yeni beliren problemlerdir.

Bütün bunlara rağmen SSCB’nin dağılışı Kemaloğlu’na göre mesela Yugoslavya’nın dağılmasından daha az sancılı olmuştur. Bunun sebeplerinden biri “Bağımsız Devletler Topluluğu”nun varlığıdır. Bu kuruluş sayesinde dağılma süreci kontrollü yürütülebilmiştir. İkinci sebep ise Rusya’nın, Sovyetler Birliği’nin çekirdek ülkesinin, güçlü bir ülke olması ve bölgeye karşı dış müdahaleleri belli ölçüde engelleyebilmesidir.

Dağılmadan sonra 15 yeni cumhuriyet belirmiştir. İlyas Kemaloğlu bunları farklı gruplar halinde ele alıyor. Bunlardan ilki Baltık ülkeleri grubudur; ki bu grubu diğer 12 cumhuriyetten tamamen ayrı tutmak gerekiyor. Bu devletler daha 2004 yılında hem Avrupa Birliği hem de NATO üyesi olarak Batı’ya entegre olabilmişlerdir. Bu entegrasyonu o kadar hızlı ve kolay bir biçimde gerçekleştirdiler ki bugün eski Sovyet coğrafyası dediğimizde Baltık ülkeleri aklımıza gelen en son devletler olmaktadır. Biz eski Sovyet ülkeleri dediğimizde daha çok diğer 12 cumhuriyeti hatırlıyoruz. Baltık ülkeleri grubundan sonra sözü Rusya’ya getiren Kemaloğlu, Rusya’yı kendi başına ele almak gerektiğini söyledi. Diğer bir grup ise Tacikistan, Kırgızistan, Ermenistan ve Belarus’tan oluşan bloktur. Bunlar pek çok yönden Rusya’ya bağımlı ülkelerdir. Mesela hepsinde Rusya’nın askeri üssü bulunmaktadır. Enerji kaynağı açısından Rusya’ya bağlılar. Dört cumhuriyet de Rus gazı ve elektriğini kullanmaktalar. Üçüncüsü ise ekonomik bağımlılık: Rusya’nın en fazla mali destek sunduğu ülkeler bunlardır. Kemaloğlu’na göre Rusya bunun karşılığını fazlasıyla alıyor. Özellikle Tacikistan, Ermenistan ve Kırgızistan’daki bütün stratejik müesseseler, Rusya’nın elindedir. Hava yolları, demir yolları, elektrik altyapısı ve boru hatları bunlardan birkaçını teşkil ediyor.

Son grup ise Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan dörtlüsünden oluşuyor. Bu cumhuriyetlerin Rusya ile Batı arasında başarılı şekilde denge siyaseti izlediğini söyleyen Kemaloğlu bunu da sahip oldukları enerji kaynaklarına borçlu olduklarını belirtti. Bu kaynaklar onlara bir yandan daha iyi bir ekonomi sağlarken öte yandan Batı gözünde diğer ülkelere nazaran değer katmıştır. Ancak buna rağmen, örneğin Azerbaycan’ın Karabağ sorunu gibi nazik meseleler, bu ülkelere karşı Rusya’nın eline koz vermektedir. Yine Kazakistan’daki önemli miktardaki Rus nüfusu Kazakistan’ı Rusya’ya karşı korumasız kılan önemli bir husustur. Özbekistan’ı Rusya’ya yakınlaştıran şey ise ABD’nin ve Batı’nın bölgedeki rejimlere karşı tutumudur. Batı’nın bölgede demokratik rejimler istemesi ve mevcut yönetimleri anti-demokratik bulmasına karşın Rusya’nın bu yönetimleri desteklemesi Özbekistan’ı özellikle Rusya’ya yakınlaştırmıştır. Bu gruptaki son ülke olan Türkmenistan’ı Rusya’ya muhtaç kılan ise enerji kaynaklarını ihraç edecek altyapıya sahip olmayışıdır. Kemaloğlu konuşmasının sonunda eski Sovyet ülkelerinin Türkiye’yle ilişkisini tartıştı. Türkiye’nin münasebetlerinin tabii olarak en çok Türkî cumhuriyetlerle olduğunu söyleyen Kemaloğlu bu ilişkinin kültürel işbirliği seviyesinde daha güçlü olduğunu, bu işbirliğinin de en az siyasi ve ekonomik işbirliği kadar değerli ve hatta bunlardan daha kalıcı olduğunu iddia etti.

Panelin son konuşmacısı olan Sevinç Özcan konuşmasına diğer iki panelistin sunumlarına atıfla başladı. Vügar İmanbeyli’nin elitlerin değişmediği savına sözü getirerek bu durumun toplumlar için geçerli olmadığını söyledi. Kimi ülkelerde siyasetin toplumsal değişimi öncelediğini belirten Özcan, eski Sovyet ülkelerinde ise siyasi değişimlerin toplumsal değişimlerin arkasından geldiğini söyledi. Bu ülkelerin sıklıkla “Baltık ülkeleri”, “Türkî cumhuriyetler”, “Post-Sovyet coğrafya” gibi genellemelerle değerlendirildiğinden bahseden Özcan, bu öbeklemenin kolaylaştırıcı bir yanı olduğu kadar köreltici bir yanı da olduğunu savundu. Bu devletlerin bağımsız olarak incelenmesinin gerekli olduğunu; çünkü her ne kadar ortak bir geçmiş paydasında birleşseler de, her birinin kendi refleksleri olduğunu belirtti. Bu durumda da en rahat araştırmanın kimlik konusunda yapılabileceğini dile getirdi. İç siyaset ve dış politika açısından bakıldığında bu toplumlarda bir entegrasyonun olduğunu kabul etmek gerekir; fakat kimlik açısından bakıldığında kendi ayırıcı vasıflarına odaklanılabilir. Kimliğin en önemli unsurlarından birini din oluşturuyor. Özcan bu sebeple konuşmasında bu ülkelerdeki din-devlet ilişkisini tartışmak istediğini söyledi. “Komünizm sonrası dini yapıların ortaya çıkmasına devlet nasıl tepki gösteriyor, insanlar dini anlamda kendilerini nasıl tanımlıyorlar?” sorularını karşılaştırmalı olarak ele aldı.

Bulgar sosyolog Ina Merdjanova’nın fikirlerinden yola çıkarak belirli problem alanlarına yoğunlaşan Özcan, dört ayrı problem alanının bulunduğunu söyledi: Geleneksel dinlerin talepleri, dini grupların devlet tarafından tanınması, devletin tarafsızlığı ilkesi, yani devletin geleneksel din olarak tanımladığı inanışla azınlık inançlarına tavrının farklılaşması ve geleneksel dinlerin yeni dini hareketlere karşı hassas tutumu. Birinci problem alanındaki mesele, geleneksel dinlerin devletten imtiyaz talep etmesidir. Mesela Polonya halkının yüzde doksanı Polonya Katolik Kilisesi’ne bağlı olduğu için bu kilisenin devlet nezdinde diğer dini yapılardan ayrıcalıklı olmak istemesi bunun bir örneğidir. Bununla ilgili diğer bir problem, dini grupların mülklerinin iadesi meselesidir. Bu ve bunun gibi durumlar dini yapıların siyasal alanda varlık göstermesine ve çıkarlarını aramasına sebebiyet verdiğinden ülke içinde tartışmaya neden olmuşlardır. Örneğin kiliselerin, cemaatlerinin siyasi yönelişlerini etkilemeleri, parti politikalarına karışmaları, siyasi açıklamalar yapmaları, toplumsal bölünmelere yol açmakta ve din-devlet ilişkilerini germektedir.

İkinci mesele, yani dini yapıların kayıt altına alınması ve tanınması meselesi ise dini örgütlerin kamusal alanları kullanması, banka hesabı açtırmaları, gayrimenkul edinmeleri, vergi ayrıcalıklarından faydalanma haklarının olup olmayacağı ve bu türden sorunlar bu yapıların kaydı çerçevesinde tartışılmaktadır. Üçüncü ve dördüncü problem alanları birlikte ele alınabilir. Mesela Rusya’da Ortodoks Kilise’nin geleneksel dini kurum olması azınlıklara karşı tehditkâr yaklaşımının kaynağı olmuştur. Devlet tarafından da kabul gören bu tutum azınlıkların işini zorlaştırmaktadır. Özellikle Müslüman, Budist ve Yahudi cemaatlerin Ortodokslarla karşılaştırıldığında dinlerine daha bağlı olmaları, Rusya demografisi içinde Rus nüfustan daha yüksek bir doğum oranına sahip olmaları hem geleneksel Ortodoks Kilisesi’ni hem de devleti tedirgin eden bir durumdur. Özellikle post-Sovyet ülkeleri gibi komünist bir rejimden çıkmış ülkelerde dini kimlik araştırmalarının çok önemli olduğunu ifade eden Özcan, bu toplumlardaki din-devlet ilişkilerinin bilinmesinin genel toplumsal siyaseti anlamak için zorunlu olduğunu ifade ederek konuşmasını sona erdirdi.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir