Osmanlı Klasik Çağında Hilafet Meselesi & Hilafet ve Saltanat

Paylaş:

BİSAV Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin düzenlediği İhtisas Konuşmaları programının 5. ve 6. ayaklarının konuğu olan Tufan Buzpınar “Osmanlı Klasik Çağında Hilafet Meselesi” ile “Hilafet ve Saltanat” başlıklı iki sunum yaptı. Buzpınar’ın ilk konuşması “The Question of the Ottoman Caliphate in the Sixteenth Century” başlığıyla Beyrut Amerikan Üniversitesi’nce düzenlenen 1516: The Year That Changed the Middle East and the World (7-9 Aralık 2016) başlıklı programda sunulan, yayınlanmamış tebliğ metnine dayanmaktadır. Buzpınar’ın ikinci sunumu ise 2016 yılında yayınlanan kitabını esas almaktadır: Hilafet ve Saltanat- II. Abdülhamid Döneminde Halifelik ve Araplar Klasik dönem Osmanlı hilafeti tartışmalarına önemli bir katkı niteliğini haiz ilk konuşmasında Buzpınar, 16. Yüzyıldan itibaren Osmanlı muhitinde güçlü bir şekilde tartışılmaya başlanan bu meselenin bilhassa Kanunî devrinde aldığı şekle odaklanmaktadır. Bu sebeple 1516’dan 1540’lara kadar geçen süreçteki tarihi gelişmeleri Memluk halifelerinin konumunu da dikkate alarak özetleyen konuşmacı ardından özellikle Feridun Ahmet Bey’in Münşeatü’s-Selatîn adlı eserini merkeze alarak Osmanlı sultanlarının resmi yazışmalarında kullandıkları unvanları analiz etmekte ve bu çerçevede hilafet iddiasını taşıyan değerlendirmeleri öne çıkartmaktadır. Son olarak ise Kanunî dönemiyle birlikte hilafet iddiasının âlemşümul bir hilafet anlayışına evirildiğini ileri sürmekte ve bu iddianın önündeki en önemli engel olan hilafetin Kureyşîliği meselesinin Kanunî’nin damadı ve sadrazamı Lütfi Paşa tarafından 1554 yılında kaleme alınan Halasü’l-ümme fi ma’rifeti’l-eimme başlıklı risale ile izale edilmeye çalışıldığını belirtmektedir.1517 yılında Kahire’nin ele geçirilmesiyle birlikte fiilen sona eren Memluk idaresi aynı zamanda Abbasî soyundan gelen halifeleri de barındırdığından hilafetin Osmanlılarla ilişkisinin keyfiyeti hala farklı değerlendirmelere konu olmaktadır. Buzpınar bu konuda biri Feridun Emecen’e ait olan Yavuz’un Memluk modelini yaşatma arzusunda olduğu iddiasına temas etmekte, daha yaygın kabul gören hilafetin Ayasofya’da yapılan bir törenle Osmanlılara devredildiği iddialarının ise on yedinci yüzyılın ikinci yarısı ile on sekizinci yüzyılın ilk yarısında yayınlaştığına işaret etmektedir.Buzpınar’ın tespitlerine göre Murad Hüdavendigar’dan itibaren Osmanlı sultanları halife unvanını ve “zıllullah fi’l-arz ve Padişah-ı rûy-ı zemîn” gibi daha ziyade hilafete delalet eden unvanları kullanmaktadırlar. Ancak bu kullanımın Kanunî öncesi dönemdeki anlamı tüm Müslümanları/yeryüzünü kuşatan kapsamlı bir içerikten uzaktır. Bu unvanlardaki hilafetin aynı dönemde farklı siyasi otoritelerce de yaygın bir şekilde kullanılan prestijli bir kavram olarak görülmesi daha doğru olacaktır. 1258 yılında Bağdat’ın düşmesinden sonra kendi hâkimiyet alanında Müslümanları koruyacak güç sahibi her Müslüman yöneticinin hilafet iddiasında bulunduğu anlaşılmaktadır. 1540’lı yıllardan itibaren ise Sultan Süleyman’ın hilafet iddiası önceki tüm iddialardan daha farklı bir boyuta evirilmektedir. Gerek Budin Kanunnâmesi’ndeki “Halîfe-i Resûl-i Rabbi’l-Alemîn”, “Zıllullah”, “Hâizü’l-imameti’l-uzmâ”, “Vârisü’l-Hilafeti’l-Kübra Kâbiren an Kâbir”, “Sultanu’l-Arab ve’l-Acem ve’r-Rûm”, “Hâmî-u’l-Harameyni’l-Muhteremeyn” gibi ifadelere yer verilmesi gerekse 1557 tarihli Süleymâniye Camii kitabelerinde “Hâizü’l-imameti’l-uzmâ” ve “Vârisu’l-Hilafeti’l-Kübrâ Kâbiren an Kâbir” ifadelerinin tekrar etmesi artık Kanunî’nin evrensel bir hilafet iddiasını taşıdığını ve bu açıdan kendisinden önceki sultanlardan farklılaştığını göstermektedir. Öte yandan bu iddiaların zamanlaması da oldukça anlamlıdır. Bir yandan imparatorluk en geniş sınırlarına ulaşmış, öte yandan Mekke, Medine ve Kudüs gibi sembolik açıdan da çok önemli merkezler ile Bağdat’ın da fethiyle tarihteki tüm hilafet merkezleri özellikle de son büyük evrensel hilafet devleti olan Abbasîlere ait önemli merkezler Osmanlıların idaresi altına girmiştir. Dolayısıyla kanunname, ferman ve levhalara yansıyan somut bilgilerin de delaletiyle Kanunî’nin hilafeti sadece prestijli bir unvan olarak kullanmadığı aynı zamanda hilafet kurumunu sahiplendiği söylenebilir. Evrensel hilafet iddiasında bulunmanın önündeki en önemli engel ise İslam siyaset düşüncesi metinlerinin büyük oranda ittifakla nakledip kabul ettikleri bir hadis-i şeriftir. Buna göre aralarında Bakıllanî, Maverdî ve Gazzâlî gibi âlimlerin kitapları ile Osmanlı medreselerinde de okutulan Nesefî akaidi ile bu metne Taftazânî tarafından yazılan şerhte halifenin Kureyş’ten olması gerektiğine dair bir hadis-i şerif nakledilmektedir. Şu halde bu kabileden gelmeyen Osmanoğullarının bu hadis-i şerife rağmen evrensel bir hilafet iddiasında bulunmaları nasıl mümkün olacaktır? Buzpınar bu meselenin de Lüfi Paşa’nın yukarıda andığımız risalesiyle çözülmeye çalışıldığı kanaatindedir. Bu çözüme göre sahih ve makbul olan Kureyşîlik hadisi dört halife dönemini tayin içindir ve o döneme işaret etmektedir. Risalesinde Abbasilerin sonuna kadar da bu şartın geçerli görülebileceğini ima ettiği anlaşılan Lütfî Paşa sonrasında Kureyşîlik şartını savunanların Rafizîlerin İmamiye koluna mensup olduklarını iddia etmektedir. İran’la süregiden savaş esnasında yazılan risalenin bu göndermesi kuşkusuz anlaşılabilir. Bu sebeple Lütfî Paşa “Başınıza Habeşli bir köle dahi gelse ona itaat edin” hadisi başta olmak üzere birçok fıkıh kaynağına referansla 1258 sonrasında sultan ve halifenin artık aynı anlama geldiğini ve bunun Kanunî’de temessül ettiğini ispat etme gayretine girer. “Zira ulemaya göre kişi kendisine beyat edilmesi ve verdiği kararı uygulatma gücünün bulunması durumunda sultan olur.”Buzpınar’ın hilafet kavramı üzerinden göstermeye çalıştığı evrensel bir imparatorluk tahayyülü fikri aynı zamanda aralarında “kutub” ve “müceddid” gibi kavramların da yardımıyla Kanunî özelinde bir dizi metinde dile getirilmiş bir olgudur. Dönemin bazı tarih metinlerinde Hz. Âdem’den başlayan peygamberler ve halifeler tarihini adeta Kanunî’ye doğru akan bir nehir olarak tasvir eden nübüvvet/hilafet merkezli tarih yorumlarıyla birlikte ele alındığında Kanuni döneminin meşruiyet araçları ve evrensel imparatorluk tahayyülü açısından oldukça zengin verileri içerdiği anlaşılmaktadır. Bu değerlendirmelerin Kanuni’nin çağdaşları Şah Tahmasb ile Şarlken (V. Karl) etrafında şekillenen tahayyüllerle mukayesesi dönemin ruhunu anlamak bakımından ilginç sonuçlar ortaya koyabilir.Tufan Buzpınar’ın Hilafet ve Saltanat başlıklı ve Hilafet ve Saltanat: II. Abdülhamid Döneminde Halifelik ve Araplar isimli kitabını merkeze alan ikinci sunumu hilafet meselesinin, Osmanlı ve İngiliz arşiv kaynaklarına dayalı olarak II. Abdülhamid döneminde özellikle Arap memleketlerindeki yansımalarına odaklandı.İlk sunumunun bir devamı olacak şekilde özellikle 1720’lerden itibaren Afgan-İran savaşı neticesinde Sünnî Afganların İran’a tahakküm kurmaları birbirine komşu iki halifenin varlığı meselesini gündeme getirmiş ve Osmanlı idaresi kendi sınırında ikinci bir halifeye asla izin vermeyeceğini ilan etmek suretiyle evrensel hilafet anlayışını sürdürmeye devam etmiştir. Aynı anlayış 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’nda da sürdürülmüş, Kırım Tatarlarının bağımsızlığı meselesinde “içtima-ı halifeteyn” yani aynı zamanda iki halifenin mevcudiyeti ihtimaline şiddetle karşı çıkmıştı. Meselenin 1720’lerden itibaren gündemde olması Buzpınar’a göre, “Osmanlıların hilafet kurumuna 1774 öncesinde büyük önem atfetmediği” yönündeki yaygın kanaati yanlışlamaya yetmektedir.Mamafih II. Abdülhamid’in saltanatının ilk yılından itibaren Osmanlı hilafetinin meşruiyetine dair bir muhalefet ortaya çıkmış özellikle Osmanoğullarının Kureyş’e mensubiyet şartı tartışmaları hilafetin kurumsal bir hüviyet kazandığı Kanun-i Esasî’nin ilanına koşut bir şekilde İngiltere’de başlamıştır. Padişah’ın endişelerini arttıracak şekilde tartışmalar hızla Araplar arasında da yayınlık kazanmıştır. Bunu takiben 1882 yılında Mısır’ın işgal edilmesi II. Abdülhamid’de hilafetin İngilizler tarafından Arap topraklarına nakledileceği fikrini doğurdu. Bu durum aynı zamanda padişahın Osmanlı hilafetinin devamını Arapların yaşadığı toprakları elde tutmakla doğrudan alakalı olarak görmesine sebebiyet verdi. Bu sebeple padişah bir yandan Arap eşrafıyla sıkı ilişkiler geliştirmeye çalıştı ve aralarında Şeyh Zâfir, Ebülhüda Sayyadî ve Seyyid Fazl gibi isimleri İstanbul’da davet ederek bu kişilerden kendisinin halife olarak imajını kuvvetlendirmede istifade etti. Bu dönemde başta Suriye olmak üzere mezkûr coğrafyaya dini, siyasi ve ekonomik yatırımların yapılması da benzer kaygıdan kaynaklanmaktadır. Keza Filistin meselesine verilen hususi ihtimamın da bu çabanın bir uzantısı olduğu anlaşılmaktadır.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir