Osmanlı’da Geleneksel Temaşa Sanatlarından Sinemaya Geçiş

Paylaş:

Bir toplumun dününü, bugününü ve geleceğini anlamada yazılı eserler kadar temaşa sanatları da başat rol oynar. Sanatın toplumu yansıtan bir ayna olduğu söylenir fakat her toplum adına bunu doğrulamak mümkün değildir. Ancak geçmişimize doğru küçük bir seyahat yaptığımızda sanatın bizde kimi zaman kanayan bir yaraya merhem olduğunu, kimi zaman neşter vurduğunu, kimi zaman ise bundan bir alay konusu çıkardığını görürüz. Okuma-yazma oranının düşük olduğu yüzyıllarda halk, gölge oyunu, orta oyunu ve meddahlık gibi sanatlar aracılığı ile gündemi takip etmektedir. Dolayısıyla alt tabakanın üst tabakayla yani yönetici sınıfıyla bir bağ kurmasını sağlayan önemli köprülerden biri temaşa sanatlarıdır.

Tiyatronun bir canavar edasıyla gelip bir anda klasik temaşa sanatlarının yerini almasıyla, bu bağın kopmaya başladığına şahit oluruz. Bu kopmanın en göze çarpan nedeni olarak, konularını gündelik hayattan alan geleneksel temaşa sanatlarının imparatorluğun zayıflamasıyla yönetici sınıfını anlatmaya başlamasını gösterilebiliriz. Alaya varan anlatımlar sarayın tepkisini çekince sansürle karşılaşır. Eleştirelliğini kaybeden geleneksel temaşa sanatları tiyatro ile rekabet edemez ve sinemanın çıkışı ile birlikte yok olması da kaçınılmaz olur.

Biz de Kırkambar Özel Etkinlik kapsamında, Belgelerle Osmanlı’da Sinema atölyesinin bir parçası olarak gerçekleştirilen programda, Barış Saydam’ın sunumuyla geleneksel temaşa sanatlarından sinemaya geçiş yolculuğunu ele aldık.  Bu yolculukta ilk durağımız gölge oyununun ortaya çıktığı Endonezya’nın Kava bölgesi idi. Gölge oyununun muhtevasına baktığımızda, kullanılan terimlerin pek çoğunun Kava bölgesinden çıktığını ve bu oyunun doğuş yeri olarak Endonezya’nın kabul edildiğini görüyoruz. Ancak bizdeki gölge oyunu Endonezya’dan çok Çin’deki gölge oyunundan izler taşıyor. Anadolu’ya bu bölgelerden gelen gölge oyunu, uğradığı her coğrafyada çeşitli din ve kültürlerle etkileşime girerek dönüşüme uğruyor. Endonezya’da doğa ve doğaüstü olaylar anlatılırken; Çin’de ise daha çok bizdeki Karagöz-Hacivat örneğinde olduğu gibi tipleştirmeler ağır basıyor.

Barış Saydam, geleneksel temaşa sanatlarından sinemaya geçiş serüvenini anlatırken özellikle bu oyunların nereden ve nasıl geldiğinden çok, bizim toplumumuzu nasıl etkilediğinin, nasıl dönüştüğünün ve halkta ne şekilde karşılık bulduğunun önemli olduğuna vurgu yaptı. Osmanlıda eğlence hayatının olmaması -daha doğrusu eğlence hayatının Ramazan aylarında ortaya çıkması- geleneksel temaşa sanatlarının yerleşik düzene geçmesine mani olmuştur. Saydam’ın anlattıklarına paralel olarak klasik temaşa sanatlarından hiçbirinin yerleşik düzende oynatılmamasını bu sanatların kültürümüzdeki dönüşümüne örnek olarak gösterebiliriz.  

Temaşa sanatlarının yerleşik düzene geçmeye başlaması özellikle 19. yüzyılda tiyatronun revaçta olduğu döneme rastlar. Direklerarası’nda bulunan Şark Tiyatrosu ve Beyoğlu’ndaki Odeon Tiyatrosu Karagöz-Hacivat oyunlarının bu dönemde yerleşik olarak gösterildiği başlıca yerlerdir. Geleneksel temaşa sanatlarından Orta Oyunu ise batılı anlamda tiyatro ortaya çıktıktan sonra bir dönüşüm sürecine girerek “tuluat tiyatrosu” dediğimiz bir hal alır. Geleneksel orta oyunu tiplerinin canlandıracağı karaktere göre makyaj yapması ve grotesk bir yapıya bürünmeleri, Ahmet Rasim gibi muhafazakar Osmanlı aydınları tarafından eleştiri oklarının hedefi haline gelmesine sebep olur.

Orta Oyunu, değişen dünya karşısında tutunamayıp yok olsa da yüzlerce yıl boyunca insanların hafızasına kazıdığı tipler aracılığıyla farklı sanat dallarında yaşamaya devam eder. Mesela, sinema geçmişimiz olmadığı için batılı anlamda icra edildiği kabul edilen Yeşilçam’da derinliği olmaması sebebiyle eleştirilen karakterler, aslında temaşa sanatlarından mirastır. Yeşilçam, hikayelerini tipler üzerinden anlatır ve bu tipler aslında yüzyıllardır halkın belleğine kazınan stereotiplerdir. Klasik temaşa sanatlarında kullanılan Laz tipi, Kayserili tipi, kabadayı tipi, Yahudi tipi bellidir ve bu tiplerin sinema aracılığı ile yaşamaya devam ettiğini görürüz. Yeşilçam’da da sahneye aktarılan hikayeler halkın yüzlerce yıl ezberlediği tipler üzerinden anlatıldığı için halk sinemaya karşı yabancılık çekmez.

19. yüzyıl, Osmanlı’nın siyasi alanda olduğu kadar, sanat alanında da büyük paradokslar yaşadığı bir dönemdir. Yüzyılı genel olarak ele aldığımızda, geleneksel temaşa sanatlarının hem en büyük ivmeyi yakaladığı hem de yok olmanın eşiğine geldiği gerçeğiyle karşılaşırız. Bunun pek çok sebebi olsa da asıl ve en mühimi Osmanlı’da modernleşmenin yukarıdan aşağıya doğru gerçekleşmesidir. Padişah ve çevresinin tiyatroya verdikleri desteği klasik temaşa sanatlarına vermemeleri bu sebeplerden biridir. Halil İnalcık Rusya ve Japonya’daki modernleşme hareketi ile Osmanlı’daki modernleşme hareketlerini karşılaştırırken Osmanlı’nın yeniyi getirirken eskiyi tamamen yok ettiğine; Rusya ve Japonya’nın ise yeniyi kendi kültürlerine yedirerek değiştirip dönüştürdüğüne dikkat çeker. Bu tespit klasik temaşa sanatlarının önce tiyatro, ardından sinema karşısında herhangi bir direnç gösteremeden yok olmasına da ışık tutar. Temaşa sanatları açısından bakıldığında, temel mesele kendi kararlarını alamayan, denge siyasetine mecbur olan bir devletin kendi geleneklerini ne ölçüde muhafaza edebileceği sorusudur. Nitekim tiyatronun Osmanlı’da yerleşmesi, akabinde orta oyununun çeşitli sebeplerle yasaklanması, bu geleneksel türün acı bir şekilde kaybolmasına neden olur.

Tiyatro geleneksel türleri sindirse de muhtevası bakımından pek çok yeniliği de beraberinde getirir. İnsanlar o güne kadar haberdar olmadıkları yenilik hareketlerini ve fikir akımlarını tiyatro aracılığı ile öğrenirler. Tiyatro, Osmanlı’ya ilk geldiğinde karşılaşılan en büyük sorun tiyatroya uyarlanacak özgün bir fikrin olmamasıdır. Bu yüzden sahnelen eserler yerel motiflerden beslenmek yerine Molière’in, Victor Hugo’nun eserlerinin ana çatısı alınarak içerik olarak o dönemde yaşanan siyasi gelişmelerle doldurulur. Yerelliğin kaybolması Barış Saydam’a göre günümüzde adeta zirve yapar. Özellikle sinemada üretilen eserlerin herkese pazarlanabilir bir meta olmaya zorlanması, yerel unsurların dışarıda kalmasına neden olur. Ortaya çıktığı ilk yıllarda daha çok askeri propaganda ve eğitim alanlarında kullanılan sinema şu anda çağımızın başlıca temaşa sanatı haline gelir.

Temaşa sanatlarının geçmişten günümüze gelişimini ve dönüşümünü anlamaya çalışırken üretim aşamalarını göz önüne almadan, sadece üretilen meta üzerine düşünmek büyük bir hata olur. İzlenilen eser yorumlanırken aynı zamanda söz konusu eserin hangi şartlar altında üretildiği, dağıtıldığı ve gösterildiği de dikkate alınmalıdırSonuç olarak temaşa sanatlarının temasını belirleyen asıl unsur seyirci, yani halktır. Bu sanatların hepsi halkın ihtiyaç duyduğu doğrultuda şekillenip günümüze gelmişlerdir. Yaşadığımız çağda sinema ve diğer temaşa sanatlarında tekdüzelikten şikayet etmek yerine nitelikli eserlere bir şans vermek seyirciye düşen bir görevdir. Değişim, seyircinin sinemanın en önemli parçası olduğunu anladığı ölçüde gerçekleşecektir.

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir