Mustafa Özel’le Roman Diliyle Çocuk

Paylaş:

“Çocuklarımızı anlamadan kocaldık. Çocuklarımız büyüdü, biz de kocaman adamlar olduk ama çocuklarımızı anlamadık, torunlarımızı anlama imkânımızın da daha zorlaştığını düşünüyorum.”

 

Ahmet Tuğrul Bakır: Hocam hoş geldiniz. Kısaca Çocuk Yazını’ndan bahsedeyim. 2017 yılından beri çocuk edebiyatı üzerine çalışmalar yapan, bununla ilgili belirli aralıklarla dosyalar hazırlayan, kitap kritikleri ve film eleştirileri yayınlayan bir topluluk Çocuk Yazını. Ben de bir mühendis olarak bu topluluğun içerisinde yer almaya çalışıyorum. Siz Bilim Sanat Vakfı’nın ve İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kurucularından olup bugüne değin bütün aşamalarında yer almış birisiniz. ŞEHİR’li öğrencilerin aldığı ilk derslerden biri sizinkisiydi. Şimdilerde “kara tahta”nın karşısında olmasa da “online” dersler vermeye devam eden Mustafa Hocamız olarak sizi böylece takdim etmiş olayım izninizle…

Konumuz “Roman Diliyle Çocuk”. Sizin Roman Diliyle İktisat, Roman Diliyle Siyaset gibi isimlerle sürdürdüğünüz bir yayın seriniz var, bu başlıkta da bir kitap yayınlarsınız inşallah diyerek konuya gireyim hocam…

Mustafa Özel: İnşallah… Önce bir iki açıklama ya da uyarıyla başlayayım. Ben bir edebiyat uzmanı değilim. Romanın bu kadar ehemmiyetli olduğunu derinden kavrayalı çok zaman olmadı. Yaklaşık yirmi beş yıl önce, ortanca çocuğum onbir, oniki yaşlarındayken bir Harry Potter salgını başlamıştı. Her ortalama Anadolu ailesi gibi biz de bu modalara hemen tepki gösteriyorduk. “Bırak o saçma kitapları” dedim, “saatlerce okuyorsun”. Gayet kararlı cevabını hiç unutmam: “Saçma ama akıcı!” demişti. Şimdi bu yaşta “çocuk romanlarını” yeni bir gözle okuduğumda bu sözü daha iyi anlıyorum. Hakikat şu ki, çocuklarımızı anlamadan kocaldık. Çocuklarımız büyüdü, biz de kocaman adamlar olduk ama çocuklarımızı anlayamadık, torunlarımızı anlama imkânımız ise daha da zorlaştı. Bu modern medeniyetin başlatıcıları, kurucu yahut geliştiricileri Avrupalılar oldu. Bizim şu anda yaşadığımız “nesillerin birbirini anlayamama” meselelerini yüz elli yıl önce, hatta bazı durumlarda belki iki yüz yıl önce yaşamışlardı. Dickens’ı esas alırsak mesela iki yüz yıl geriye gideceğiz,  hatta Robinson Crusoe’nun yazarı Daniel Defoe’yu esas alırsak üç yüz yıl geriye gitmemiz lazım.  Nesiller arasındaki problemler, babanın oğlu anlamaması… Robinson Crusoe’yu hatırlayın; babası ona orta halli bir hayatı tavsiye ediyor. Hani artık büyüdün, garantili bir iş yap, serüvenlere, riskli işlere atılma, sen denizlere açılmak istiyorsun ama denize güvenilmez gibi tavsiyelerde bulunuyor. Çocuğun içiyse kımıl kımıl, bir an önce okyanuslara açılmak istiyor. Maliyeti ne olursa olsun, dünyayı dolaşmak istiyor. Ondan yüz elli yıl sonra  Alice romanında da aynı şeyi görüyoruz. Yedi yaşında bir kız çocuğu, ablasıyla nehir kenarında ama canı sıkılıyor! Daha önce tasavvuru mümkün olmayan bir gelişmedir bu. Mesela bugün ben altmış beş yaşındayım ve havsalam almıyor böyle bir şeyi. Biz o yaşlarda sabahleyin evden çıkardık, okul zamanı okula giderdik, okul yoksa oyuna giderdik. Yani ev dışında bizim gibi bir sürü başka çocukla beraber çeşitli oyunlar oynardık. Ancak acıktığımız zaman eve gelirdik. Ben “can sıkıntısı” diye bir şeyi yıllar sonra iş yerinde keşfettim!

A.T.B: İcat edilmiş bir şey bu biraz da hocam. Devir değişiyor…

M.Ö: Dünya toplumları henüz homojenleşmemiş. Düşünün benim çocukluğum 1960’larda geçti, bu roman 1860’larda yazılmış. Yani bizden yüz yıl önce, İngiltere’de yedi yaşında bir kız çocuğunun canı o kadar sıkılıyor ki ablasının kitabında resim ve konuşma görmeyince, yani kitap da tıpkı hayat gibi akıcı olmayınca,  hemen “hiç düşünmeden” bir maceraya atılıyor. Bir matematikçi ve ilahiyatçı aslında Lewis Caroll. Arkadaşının üç çocuğunu eğlendirmek için yazıyor. Çocuklar ondan masal istiyorlar, bir masal olsun ve “içi saçma şeylerle dolu olsun” istiyorlar. Caroll da öyle bir masal uyduruyor. Çocuk bir tavşan görüyor, gayet şık giyimli tavşan köstekli saatini çıkarıyor, “Ooo, çok geç kaldım!” diyerek, oradaki bir delikten dalınca, can sıkıntısından usanmış olan Alice de hiç düşünmeden, hiç tereddüt etmeden o delikten içeri dalıyor. Düşüyor da düşüyor. Ortam kapkaranlık fakat çocukta hiçbir korku yahut heyecan görmüyoruz. Aksine etrafına bakınıyor, bir reçel kutusu alıyor, içi boş bir rafa bırakıyor falan. “Buradan acaba Avustralya’ya gider miyim Yeni Zelanda’ya gider miyim?” diye düşünüyor. (Sömürgeciliğe bile selam çakıyor!) Yediği içtiği her şeyle, duruma göre büyüyüp küçülmeye başlıyor. Bu da önemli, karşılaştığı varlıklara intibak edebilmek için büyümesi yahut küçülmesi gerekiyor. Zaman meselesi var bir de. Çocuğa diyorlar ki “Sen eğer zamanın, saati senin keyfine göre yürütmesini istiyorsan, onunla tanışman, görüşmen lazım, dost olman lazım. Eğer zamanla dost olursan, akrebi ve yelkovanı senin keyfine göre ilerletir.”

A.T.B: Hatta okula gitme, derse girme örneği veriyordu.

M.Ö: Evet evet.

A.T.B: Sabah derse giriyor, bir anda bir buçuk oluyor saat.

 

“Başta Küçük Prens olmak üzere çocuk roman kahramanlarının çoğu adeta modernliği sorgulayan birer melek gibidirler. Basit sorular sorarlar, basit sorular yönlendirilmemiş olduğu için sorulması gereken sorulardır. Büyükler bu sorular karşısında apışıp kalır.”

 

 

M.Ö: İnsana ilk okuduğunda saçma gibi geliyor ama öyle değil. Bunu diyelim ki Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati”ni okuduğunuz zaman anlarsınız. Günün her saatinin ayrı bir renginin, ayrı bir kokusunun olması orada da var. Zamanı saatin içine tıktığın zaman, onu esir almış gibi oluyorsun ama gerçekte o tür “homojen zamana dayalı hayat” seni esir almış oluyor. Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü okursanız bunu çok iyi anlarsınız. Medeniyet, insanoğlunun saati güneşten koparmasıyla başlar, diyor. Bütün bu kritik temalar çocuk romanlarında var. Bunları edebi iktisat yazılarımda anlatmaya çalışıyorum. Mesela Şubat ayında Dergâh dergisinde çıkan yazımın başlığı “Para Nedir Babacığım?” Para nedir babacığım sorusunu beş yaşındaki Paul soruyor, kime soruyor? Büyük bir girişimci olma yolundaki babası Bay Dombey’e soruyor. Dombey ve Oğlu Dickens’ın 1840’larda yazdığı bir roman. Babası şaşırıyor. Ne desin? O günkü ekonomik terimlerle bunu izah etmeye kalksa beş yaşında çocuk bunu anlamayacak. “Para” diyor, “işte altın, gümüş, bakır…” Çocuk “Onu demiyorum” diyor, “neye yarar, ne yapabilir?” “Her şeyi yapabilir” cevabını alınca “Para her şeyi yapabilirse, niye annemi kurtarmadı?” diye soruyor bu sefer.

Benzer bir trajediyi bu romandan yetmiş yıl sonra yazılan Tünel romanında görürsünüz. Bernhard Kellermann 1913 yılında yazıyor bu romanı. Konusu, Amerika kıtası ile Avrupa kıtasını Atlantik’in altından birleştirecek bir tünel projesi. Bu mega hedefe ulaşma yolunda milyarla kazanan kahramanımız, ne yazık ki eşiyle kızını kaybediyor; para, en sevdiklerini kurtaramıyor! Daha da ilginci, tünel çökünce, o “eşinimi ve çocuğumu dünyalara değişmem!” diyen babanın zihninden eşi ve çocuğundan önce tünelin akıbeti geçiyor, önce onları değil tüneli düşünüyor. Roman kapitalizmin, modernliğin muhasebesidir. Sadece yetişkinler için yazılan romanlar değil, çocuk romanları da böyle. Hatta başta Küçük Prens olmak üzere çocuk roman kahramanlarının çoğu adeta modernliği sorgulayan birer melek gibidirler. Basit sorular sorarlar, basit sorular yönlendirilmemiş olduğu için sorulması gereken sorulardır. Büyükler bu sorular karşısında apışıp kalır. Ne düşünürüz biz büyükler olarak? Çocuklarımızı kendi suretimizde yetiştirelim, kendimiz gibi yapalım isteriz. Yani biz doğruyu biliyoruz, zaten yapıp ettiklerimiz de doğru. Çocuklarımızı buna göre yetiştirelim. Çocuk romanları bize aslında çok da doğru yolda ilerlemediğimizi, başımıza gelmiş olanı anlayabilmek için çocuklara kulak vermemiz gerektiğini öğretiyor.

A.T.B: Öyleyse çocuklara sizin deyiminizle Don Kişot’un tutkulu ve ihlaslı müritleri diyebilir miyiz?

M.Ö: Don Kişot çok önemli, o da bir çocuk aslında. Adalet rüyası var, yeryüzünden kötülükleri kaldıracak ve bunun neticesinde de sevgilisine kavuşmaya hak kazanacak. Bir adalet nöbetçisi. Bozulmuş bir dünyada hakikati ancak bir delinin dile getirebileceğini dillendirmeye çalışıyor. Dostoyevski’nin Budala’sı da bir nevi Don Kişot’tur. Mark Twain’in çocuk kahramanları Tom Sawyer, Huckleberry Finn… Tom Sawyer belki anasının gözü bir tip, o yaşta bir çete kurabilecek kadar uyanık. Çete ne yapacak, bir takım zengin tipleri yakalayacak, bir mağaraya saklayacak ve fidye isteyecekler. Çetenin elemanları mahalleden topladığı çocuklar. Aralarından biri Tom’a fidyenin ne olduğunu sorar. Ne olduğunu bilmiyor ama kitapta yeri var. Cevabı şudur: “Ne yani, kitapta yazıldığı gibi yapmayıp, her şeyi berbat mı edelim?” Hatırlayın, Don Kişot da kendisine ne söylense kitapta yeri var mı diye sorardı. Cervantes şunu anlatmaya çalışıyor; öyle bir çağa geldik ki, kitaba göre hareket etmek artık delilik sayılıyor. Bir hadis-i şerif hatırlıyorum: “Öyle bir zaman gelecek ki dinde hakikati söylemek, elde kor ateş tutmaya benzeyecek. Onlar size deli diyecekler, siz de onlara galiba bunlar Müslüman değil diyeceksiniz.” Don Kişot adeta bu kutlu sözün tefsiri gibi bir roman.  Modern uygarlık öyle bir noktaya geldi ki artık kitabı, ilahî uyarıları büsbütün devreden çıkardık. Çok kitaplar okuyor ama kitapsız yaşıyoruz…

Bilemiyorum genelde İslam dünyasında, özelde de Türkiye’de böyle karakteri olan çocuk romanları var mı? Sekiz on tane okudum henüz, dolayısıyla çok fazla konuşamam. Haddimi bilmem lazım ama okuduklarımda hoş şeyler olmakla beraber bu tür bir şey göremedim. Okuduklarım arasında roman kahramanı sayabileceğim iki kişi var: Biri Nasreddin Hoca, öbürü de Keloğlan. İkisinin de mesajlarının zamanlar üstü olduğunu, bütün çağlara uygulanabileceğini, Batının roman kahramanlarıyla mukayese edilebilir ve onlardan üstün olduklarını söyleyebilirim ama merakım şu: Acaba son elli, yüz, yüz elli yılda böyle belli bir karakteri olan, sorgulayıcı bir çocuk roman kahramanı kurgulayabilmiş miyiz? Haber verenlere minnettar olacağım…

A.T.B: Bir de kapitalizm meselesi var tabii; Oz Büyücüsü, Küçük Prens gibi romanlarla ilgili yazılarınızda bahsettiğiniz.

M.Ö: Oz Büyücüsü önemli. Biliyorsunuz, bizdeki edebi değerlendirmelerin çoğunda iktisadi boyutlar çok zayıf. Ben kendi misyonumu o zayıflığı gidermeye çalışmak olarak görüyorum. Dolayısıyla o boyuta odaklanıyorum. İki yazı yazdım son günlerde. Birisi “Oz Büyücüsü’nden İktisat Dersleri”. Öbürü de “Oz Büyücüsü ve Kağıt Para”. Oz Büyücüsü’ndeki bütün kahramanlar sembolik. Mesela enişte, teyze ve korkuluk yoksul çiftçileri temsil ediyor. Korkuluk neyin peşinde? Beyin peşinde. Köylülerin beyni yok. Bu, köylüleri küçültmek anlamında kullanılmıyor. Yüksek faizlerle borçlanmışlar, sistem ülke para birimini gümüşe değil altına bağlamış, yani altın standardına. Altın, gümüşe karşı ne kadar değerleniyorsa, köylülerin borç ve faiz yükü o kadar ağırlaşıyor. Fırtına kopup da Dorothy evle beraber havalanınca, konduğu yerde bir insanın üstüne düşüyor. Köylüleri canlarından bezdiren Doğu Cadısı’dır bu, yani New York’un bankerleri ve tekelci sanayi şirketleri. Cadıdan geriye kalan sadece bir çift gümüş ayakkabı ve Dorothy o sayede ilerliyor. Uzun sözün kısası, bu çocuk romanları üzerinden çok ciddi iktisadi analizler, değerlendirmeler yapılabilir.

A.T.B: Küçük Prens’e gelirsek?

M.Ö: Küçük Prens çok büyük bir roman, yazarı da esrarengiz bir adam, kahramanıyla çok benzeşiyor. Romandaki pilotun kaderini bizzat yaşamış biri. Küçük Prens dünya dışında bir gezegenden geliyor ve dünyaya gelinceye kadar farklı gezegenleri geziyor. Gerçi o farklı gezegenlerdeki tipler dünyalı tiplerin özelliklerini taşıyorlar, iş adamı olsun vs.

A.T.B: Evet bir temsil var yani.

M.Ö: Tam 1900’de doğmuş birisi Küçük Prens’in yazarı Saint-Exupery. İki dünya savaşı görmüş. On sekiz yaşına kadar Birinci Dünya Savaşı’nı yaşamış, sonra İkinci Dünya Savaşı’nı yaşamış. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’ya sürgün gitmek zorunda kalmış ve bu romanı o sürgün sırasında da New York’ta yazmış. “Avrupalılar henüz vahşetten kurtulamamışlar, o feodal kalıntılar devam ediyor, bak hâlâ birbirlerine saldırıyorlar ama Amerika özgürlük ülkesi” gibi bir saikle yazabilirdi romanını. Yani Amerika’ya güzelleme yapmasını bekleyebilirdik ama yapmıyor. O roman boyunca “biricik çiçeğini arıyor” ama aradığı çiçeği Amerika’da bulamıyor. Bu iki büyük savaşı yaşayan birisi olarak yazarımız dünyanın “artık dünya içinden gelecek bir yardımla kurtulamayacağı” fikrini haykırıyor adeta. Ancak dünya dışından gelen birisi, bize ne kadar saçma bir sistem kurduğumuzu, ne kadar saçma işler yaptığımızı gösterebilir. Roman boyunca en mantıklı, en sempatik bulduğu adam Fenerci. Gezegeni küçücük, sürekli dönüyor, hızlı da dönüyor. O da sürekli olarak feneri bir yakıyor, bir söndürüyor; yakıyor, söndürüyor. “Ya” diyor Küçük Prens, “niye böyle yapıyorsun, mola versen?” “Eskiden iyiydi, gezegen yavaş dönüyordu, ben de bir sabah yakardım, bir de akşam” diyor fenerci. Şimdi neden böyle? “Çünkü gezegen hızlandı ama yönetmelik aynı kaldı!” Bundan daha ciddi bürokrasi eleştirisi olabilir mi?

A.T.B: Çok net hocam.

M.Ö: Heidegger mesela bu kitap için rivayet doğruysa “Yirminci yüzyıldaki en önemli birkaç varoluşçu eserden biri” diyor. Wittgenstein’ın Tractatus’u gibi… İncecik bir kitap o da ama felsefeye bakışı değiştirdi. Dil ile dünya arasındaki ilişkiye dair algımızı dönüştürdü.

 

“Senin içinde hikâye varsa yazılan o büyük hikâyeler içindeki hikâyeyle temasa geçiyor; ama içinde hiç hikâye yoksa için boşsa bir anlamda anlatılan hikâyelerden bir şey anlamıyorsun, temas edecek yer bulamıyorsun.”

 

 

A.T.B: Biraz da Momo’dan söz edelim mi Hocam, onu da çok önemsiyorsunuz.

M.Ö: Momo 1973’te yazılmış bir kitap. Bir çocuk romanı ama tam bir iktisat felsefesi klasiği. Bir şirket var, zaman tasarruf şirketi diye, aslında banka-finans sistemini simgeliyor. İnsanlar başka insanlara, dostluklara, arkadaşlıklara, iyiliklere, hoşça yaşamaya ayıracakları vakitleri güya tasarruf edip bu bankaya yatıracaklar kurguya göre. Sonra şunu öğreniyoruz ki bu bankanın sahipleri, yöneticileri, çalışanları, aslında “zaman sigaraları” ile yaşıyorlar. Yani müşterilerin tasarruf edip bankaya verdikleri zamanlarla yaşıyorlar. Momo ise onların tam aksi bir tip. Yani zaman tasarruf etmiyor ve insanların zaman tasarruf etmesini geciktirici bir hayatı var. Diğer çocukları ondan koparmaya çalışıyorlar, rüşvetlerle vesaire onu avlamaya çalışıyorlar ama bir türlü başaramıyorlar. Çok ilginç, mesela ona çok güzel oyuncaklar getiriyorlar, yoksul insanların çok heves edebileceği şeyler bunlar ama Momo diyor ki bunlar hep aynı hareketi yapıyorlar.

Ben kendi çocukluğumu düşünüyorum. Biz orta halli bir aileydik. Mahallenin çoğu, bir iki tane zengin dışında diyelim bizden daha yoksul ailelerdi. Yani çok rahat oyuncak alamayacak insanlardan oluşan bir topluluktuk. Ülke de çok zengin değildi zaten. 1960’lardan söz ediyorum. Bir çubuk parçasını elimize alırdık ve derdik ki bu düldül olsun. Düldüle binerdik. Sonra bu otomobil olsun derdik ve o bir Mercedes olurdu. Bir çubuktan yüz tane eşya yahut kahraman üretirdik, kurgulardık, hayal ederdik. Şimdi kim şanslı? Biz mi şanslıyız yoksa şimdiki pahalı oyuncaklara sahip zengin çocuklarımız mı? Oyuncak, çocuğu teslim alıyormuş meğer. Ben mesela hikâyeye niye bu kadar düşkünüm, şimdi düşünüyorum, çocukluğumdan beri zaten hayatımız hikâyeymiş. Birbirimize hikâyeler anlatırmışız. O hikâyeler gerçekliğin daha doğru anlaşılmasına bizi yaklaştırıyor diye hissediyorum. Yani senin içinde bir hikâye varsa, sana dışarıdan anlatılan hikâyeler içindeki hikâyeyle temasa geçiyor; ama içinde hiç hikâye yoksa, için boşsa, anlatılan hikâyelerden bir şey anlamıyorsun, temas edecek yer bulamıyorsun.

A.T.B: Karşılık bulmuyor.

M.Ö: Evet. Romana dönersek, Momo onların planlarını bozuyor. Zamanın hapsedildiği bir yer var, hadi ona “örgüt evi” diyelim. Hora Usta’nın -zaman saat ustası- çalıştığı yer. Oraya ulaşırsa, o tutuklu olan zaman çiçeklerini özgürleştirirse, bütün bu şebekenin foyası ortaya çıkacak. Tabii Momo’nun oraya gitmesini engellemeye çalışıyorlar. Çok ilginç, oraya da kaplumbağanın peşinden ve geri geri gidilebiliyor. Yani “size anlatılan, yaptırılan şeylerin tersini yaptığınız ölçüde başarıya ulaşabilirsiniz” diyor sanki yazar. Sonunda da umutlu bir sonla bağlıyor romanı.

Michael Ende 1973’te yazmış bunu. Kendisi Alman bir romancı. Ayrıntılarını Roman Diliyle İktisat’da yazmıştım. Keynes’ten etkilenmiş, Keynes öncesinde Alman iktisatçı Silvio Gesell  var, ondan etkilenmiş. Bu faizci finans sisteminin bir zaman bombası olduğunu, zamanımızı çalmaya ayarlı bir sistem olduğunu, büyük bir oyuna gelmiş olduğumuzu bize en azından hissettiriyor Momo’da. Ama sonunda umutla bitiriyor.

On yıl sonra, bu sefer daha gerçekçi bir hikâye yazıyor ve umut yerine dehşet duygusuyla noktalıyor. Ayna İçinde Ayna başlıklı bir kitabı var iç içe hikâyelerden oluşan, oradaki dördüncü hikâyeden bahsediyorum. “İstasyon Katedrali” hikâyenin adı ama aslında “Katedral-İstasyon”, yani katedral şeklindeki bir istasyon. Bir tren istasyonu var hikâyede ama içinde sadece insanlar var, trenler kalkmıyor. Buranın bir ara istasyon olduğu söyleniyor ama oradaki kahramanlardan birisi sürekli “ Aslında hiçbir tren gelmeyecek ve hiçbir tren de kalkamayacak!” diyor. İnsanlara bakıyoruz ki acınacak haldeler, psikolojileri çok bozuk, üstleri başları darmadağın, aç biilaç, bitap şekilde sırtlarında kâğıt para dolu çuvallarla çılgınlar gibi dolaşıyorlar. Arada org sesi geliyor. İstasyon tapınak şeklinde tabii, mihraba doğru gidiyorsunuz, bir rahip sürekli “para hakikattir, tek hakikat paradır” tarzında vaazlar veriyor. Dolayısıyla para, hakikat, inanç bütün bunların harmanlandığı yeni bir hikâye. Bu arada çantanın birinden tik-tak sesleri geliyor. Aslında bir zaman bombası var içinde. Dolayısıyla bu ikinci yazdığı hikâyede Momo’da çok fazla umutlu olduğunu, aslında bu kadar umutlu olunacak bir sistem içinde yaşamadığımızı, zaman bombasının her an aleyhimize çalıştığını ima ediyor. Finansal kapitalizmin zaman bombaları 1987, 1997 ve nihayet 2008’de patladı. Devletler ortaya çıkan maliyeti çalışan sınıfların üstüne yıkarak, batak finans şirketlerini kurtardılar. Bu romanlar şunu hissettirmeye çalışıyor: Birtakım uyanık tiplerin kurdukları sistem üzerinden, bütün insanlık sonu meçhul bir sömürü serüvenine çıkarılmıştır. Romanlar bize bir çözüm sunmasa da, başa gelmiş olanı doğru hissetmemize ve kavramamıza yardımcı oluyor. Elimizi kolumuzu bağlayan “bilimsel” paradigmalardan bizi azat ediyor.

A.T.B: Evet, burada değindiğiniz her kitabın belki ayrı ayrı konuşulması lazım.

M.Ö: Merak ediyorum acaba bir doktora tezi var mı çocuk romanlarında zaman idraki üzerine. Bunlar o kadar önemli ki… Zaman aynı zamanda bir hayat tarzı, bir yaşayış demektir. Werner Sombart diyor ki “Modern insanlar çalışırlar ve dinlenirler.” Peki eskiler ne yapıyordu? “Eskiler yaşıyor, biraz da çalışıyorlardı.”

A.T.B: Bununla ilgili galiba Polyanna’da da bir gönderme vardı, şu saatlerde şunu yapacaksın gibi.

M.Ö: Evet sabah 8’de şu, 8.15’de şu diye bir sürü plan yapılıyor… O da “ama” diyor, “bana yaşamak için vakit bırakmıyorsunuz.”

A.T.B: “E yaşıyorsun ya” diyorlar cevaben, o da “onlar yaşamak değil” diyor.

M.Ö: Nefes almayı yaşamak zannediyorlar. “Hayır” diyor” yaşamak istediğini yapmak, arzu ettiğini yapmak, içinden geçeni yapmak.” Bunu mesela modernler sorumsuzluk olarak algılıyor. Bunun sorumsuzlukla alakası yok.

A.T.B: Çok teşekkür ediyoruz hocam, çok sağ olun bize vakit ayırdığınız için.

M.Ö: Siz sağ olun, teşekkürler…

 

Not: Bu metin, 23 Ocak 2021 tarihinde, Çocuk Yazını bünyesinde, Ahmet Tuğrul Bakır moderatörlüğünde Mustafa Özel’le gerçekleştirilen söyleşinin kısaltılmış versiyonunu içermektedir. Söyleşinin tamamına şuradan ulaşabilirsiniz:

https://www.youtube.com/watch?v=wJuJqIjoQOs.

 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir