Paradigma İçinde Kalarak Yenilenmek Mümkün Mü?
“Bugün insanlara fikirsiz kültürel yaşam vaat ediliyor. Belli bir İdea’nın, fikrin hükümranlığında, onun yapılandırdığı bir kültürel faaliyet ortaya koyulamıyor. Halbuki 90’lı yıllarda derli-toplu, daha sistemli, zaman ve mekan birliğine sahip, kendi döneminin entelektüel, politik, toplumsal krizlerine çözümler getiren dünya görüşü teklifleri geliştirilebilmişti.”
Normal zamanlarda biz şairleri çağırırız. Kriz zamanlarında ise şairler kendileri gelirler. Son yıllarımız, en çok şiir okuduğumuz, şiirin bize musallat olduğu yıllar olmuştur. “İnançlarım işgal altındadır” ya da “cebimdeki adreslerden umut kalmamıştır” ve daha nice mısra… Bu süreçte İsmet Özel’in Cinayetler Kitabı en çok okuduğum şiir kitabı oldu. Şu olguyu belirtmekte fayda var: Kriz dönemlerinin aynı zamanda koyulaşma ve derinleşme dönemleri olduğunu da bilmek gerekiyor. Teorik açılımlar sadece yükseliş döneminden gelmez; tıkanmalar, yenilgiler ve bunalımlardan da gelir. Bunlar da tarihsel tecrübelerdir, yeniler, geliştirir. Teorik derinleşme ile her türlü tarihsel koşul arasında olumlu bir ilişki vardır.
Bilim ve Sanat Vakfıyla ilişkim on yıl oldu. Bu on yıl benim açımdan büyük bir bilgi birikimi ve tarihsel tecrübedir. İstanbul’dan, BiSAV’dan, Türkiye’nin son on yılını deneyimlemek benim için büyük bir kazanım olmuştur. Başka bir toplumsal, politik, kültürel, zihinsel evrenden bu süreçleri izlemek büyük bir kayıp olurdu. Başka konumlarda açılamayacak ufuklara, başka bir yerde sahip olamayacağım tarihsel gerçekliklere burada sahip oldum. Bu manada Vakıf fiziksel bir mekandan ziyade entelektüel-kültürel bir konumdur. Bunun için değerlidir. Bu konumdan şehre, Türkiye’ye bakmak zenginleştirici, geliştirici bir perspektiftir. Başka bir yerde entelektüel gelişme ile tarihsel tecrübe bu oranda etkileşime giremezdi.
Bu konumun özgüllüğü şurada: Türkiye’de sol, teorik olarak zengin, pratik olarak fakirdir. Türkiye’de sağ ise pratik olarak zengin ancak teorik olarak fakirdir. Solun teorisi pratiğinin önündedir, sağın da pratiği teorisinin önündedir. Son otuz yılda İslami entelektüellere bakıldığında ise üçüncü bir olgu beliriyor. Teori ile pratik diyalektik bir ilişkiye giriyor. Türkiye’de solun açmazı şuydu: Kendisinin pratik etmediği sorunları teorik olarak çözmek zorunda kalması. Çin’de sosyalizm var, SSCB’de de var, orada sosyalizmin sorunları var, bu sorunları teorik olarak çözmeye çalışmak… Bu olgu büyük bir kısırlık üretti. Ama bugün için İslami entelektüeller kendi pratiklerini düşünmek zorundalar. Son otuz yıllık tarihsel tecrübe içinde muhalefet, iktidarlaşma ve iktidarın sürdürülmesi süreçlerini bütün açılardan deneyimlediler. Buradan hareketle söylenmeli ki soldaki diyalektik eksiklik İslami entelektüellerde yok. Teori ve pratik arasındaki bütün ilişkileri, açmaz ve gerilimleri yaşadılar, boşlukları deneyimlediler. Bu nedenle zihinsel sıçrama potansiyeline sahipler. Başka herhangi bir entelektüel muhitin pratikleri bu denli zengin bir birikime sahip değildir. Bu sebeple pratik zenginliklerin teorik sıçramalara, teorik derinliğe imkan verebileceği bir konumdayız. Bununla birlikte zengin pratiklere dar bir kafanın eşlik etmesi sekterlik üretiyor, bunu da not etmeliyiz.
Türkiye’de teorik birikim sorunu kronikleşmiş bir problemdir. Pragmatik bir siyasal kültürün ve kısır bir entelektüel birikimin olduğu ülkemizde pratik zenginlik, teorik açılımlara olanak sağlamasından ziyade pratiğin teorinin yerini alması ile sonuçlanmaktadır. Düşünceler tarihi dönüştürmeyince entelektüeller yeni fikirlere açılmaktan, teorik yaklaşımlarını yenilemekten ziyade teorik alanı terk ederek kaba gerçekçi vizyonlara geriliyorlar. Kaba gerçek, İdea’nın yerine ikame ediliyor. Ufuk genişliğinin yitirilmesinin muhakeme fakirliğine yol açtığı bir gerçektir. Bu iklimde öncü teorik platformlar, entelektüel mevzide konumlanmalarıyla sağlıklı direnç noktaları oluşturmaktadırlar. Üstelik siyasal değişmelere bağlı kültürel yaşamı kurumsallaşmamış ülkemizde öncü entelektüel öbekleşmeler çok daha önemli hale geliyor.
Vakıfla tanıştığımda karşılaştığım ilk manzara, entelektüel iklime damgasını vuran olgu, mutlu bir bilinç haliydi. Mutlu, neşeli, kendinden emin bir entelektüel kümelenme gördüm. Bu olguyu, zaman ve mekan bütünlüğü ile açıklamak bana makul geliyor. Türkiye’de iki tip aydın figürü var; i) bugünde yaşayan, burada yaşamayanlar ve ii) burada yaşayan ama bugünde yaşamayanlar. Zamanı yakalayanlar mekanı ıskalıyor, mekanı yakalayanlar zamanı ıskalıyor. Bu ise sağlı sollu iki tür mutsuz bilince; huysuz, hınçlı, şiddetli, rahatsız, kötücül, nihilist tiplere yol açıyor. Bu mutsuz bilinçler karşısında mutlu bir bilinci, kendi zaman ve mekânsal bütünlüklerine sahip sağlıklı dengeli bir konumu uzun süre ayakta tutabilmek zor olsa gerek.
“Bugünün hakim eğiliminde konjonktürel tinsel zaferler yaşayan entelektüellerin fikirsiz, problematiksiz, programsız yürüttüğü faaliyetler iğretilikten, amorfluktan, eklektizmden başka bir sonuç vermiyor.”
Vakıf tam da içeriğindeki bu olumlu ve dengeli öğe sayesinde daha dirençli, kalıcı bir kültürel ortam, entelektüel iklim kurabildi. Bugün İslami camiada 90’lı yıllarda atılım yapmış, belli çıkışlar gerçekleştirmiş dergi, yayınevi, entelektüel öbekler, kamusal figürlerin hiçbiri, herhangi bir canlılık ortaya koyamamaktadır. Pek çoğu sinik, kendi kültürel pratiklerine inançları yok. İnanmıyorlar ama yapıyorlar. Bilim ve Sanat Vakfı ise yayınevi, dergileri, entelektüelleriyle ortaya koydukları kendinden daha emin bir çizgiyi temsil ediyor. 90’ların pek çok eğilimi 2010’ları bile göremeden, 2000’li yılların deneyimleriyle birlikte dağılıp gittiler. 2010’lu yıllarda kurulan dernekler, vakıflar, entelektüel öbekleşmeler ise herhangi bir çizgi veya yeni bir nefes geliştiremediler. BİSAV’ın macerası uzun soluklu oldu. Boğulmaya, nefesi kesilmeye çalışılsa da güçlü bir soluk, sağlıklı bir nefes üretti. Sanırım bunun nedeni şu: Bugün insanlara fikirsiz kültürel yaşam vaat ediliyor. Belli bir İdea’nın, fikrin hükümranlığında, onun yapılandırdığı bir kültürel faaliyet ortaya koyulamıyor. Halbuki 90’lı yıllarda derli-toplu, daha sistemli, zaman ve mekan birliğine sahip, kendi döneminin entelektüel, politik, toplumsal krizlerine çözümler getiren dünya görüşü teklifleri geliştirilebilmişti. 90’lı yıllardaki çıkışın aktörlerinden biri olan BİSAV, o günden bugüne entelektüel ahlaka ve kurucu düzenleyici bir fikre sahip oldu. Entelektüel ahlakın ve İdea’nın kurumlaşmasıydı. Bu fikir kurumsuzlaştırılmaya çalışıldı.
Bugün fikirsiz kurumlar entelektüel aura kaybına yol açıyor. Fikir üreten bir kamusal kültürün yerine eski fikirleri sürekli tüketen bir kültürel alışkanlık geçti. Bugünün hakim eğiliminde konjonktürel tinsel zaferler yaşayan entelektüellerin fikirsiz, problematiksiz, programsız yürüttüğü faaliyetler iğretilikten, amorfluktan, eklektizmden başka bir sonuç vermiyor. Paul Valéry şöyle der: “Zafer vardır özden gelir, zafer vardır rastlantıdan”. Günümüzde zihinsel alanda bilim, sanat, din, felsefe gibi alanlarında fakülteler çatışması hakimdir. Din, sanat ve bilim kendi bütünleyici kategorilerinden; sentetik, birleştirici, düzenleyici idealardan, fikirlerden yoksunlaştı. Bu yoksunlaşma kimlik krizlerini dramatikleştiriyor. Geçici çareleri bir yana bırakıp daimi zaferler talep ediyorsak kendiliğimiz üzerine daha derinlikli bir şekilde düşünmeye ihtiyacımız olduğunu bilmeliyiz.
Her dönemde kurucu kuşaklar kendi entelekyalarını üretirler. Sanattan bilime farklı alanlardaki tartışmaları belli bir üslup birliği, fikir birliği içinde örgütlerler. Entelektüel kurumlar ise somut kuşak birliklerini kurarlar. BİSAV, kuşak entelekyasına sahip entelektüel bir gruplaşma, bir kuşağın zihinsel örgütlenmesinin somut birliğidir. Entelektüel alanı dönüştüren kolektif bir öznelliktir. Her kuşak entelekya aracılığıyla niteliksel birlik halini alır. Kurucu kültürel muhitler, dağınık insanları biçimlendiren, kişileri niceliksel bir yığın olmaktan çıkararak kuşak birliğine kavuşturan, onlara biçim, kavram, üslup birliği katan billurlaştırıcı kolektif bir failliklerdir. Bugünkü yaygın kültür ise entelekya kurmaktan, herhangi bir parlaklık sergilemekten uzaktır. Marazi bulduğun bu kültür, nitelikleri nicelikler içinde eritmektedir. Birleştirmekten çok dağıtıcı etkilere sahiptir. BİSAV bu dağınık, yönsüz, belirsiz, genel okuma kültürüne karşın belli bir sistematiklikle buluşturan, okumalara yön ve rota tayin eden bir rol üstlenmeye devam etmektedir. Daha doğurgan bir okuma kültürüyle farklı kuşaklara kendi sorunlarını tespit etme yetenekleri kazandırmaktadır.
Doksanlar nostaljisi giderek yayılan bir duygu haline gelmeye başlamıştır. Doksanlar masaya yatırılıyor, hesaplaşılıyor, karşı çıkılıyor… Bugün aralarındaki mesafenin günden güne arttığı iki temel yönelim var; i) anti-doksanlar, ii) neo-doksanlar çizgileri. (“Doksanlar”, “doksanlara dönüş”, şimdilerde haklı olarak karanlık, mafyatik bir imaj olarak görülüyor. O nedenle dikkatli kullanıyorum: “Doksanlar”la, ilgili dönemin karanlık yıllarında kendi fikri aydınlığını arayan İslami entelektüel uyanışı kast ediyorum). Sofu bir dindarlıktan epikürcü hazcılığa, yoğun İslami ezoterizmden estet biçimciliğe varan dönüşümler ya da savrulmalar yaşanıyor. Bilim, sanat, siyaset, hukuk gibi pek çok alanda bu gözleniyor. “Elveda yazını” ya da “elveda konuşmaları” giderek çoğalıyor. Elbette bu “elveda”lar kendi içlerinde yeni “merhabalar” barındırıyor. Yadırgamıyorum, tespit olarak söylüyorum. Diğer yandan ise doksanlı yıllardaki sosyal ve beşeri bilim açılımlarını keşfetmeye çalışanlar var. BİSAV’ın doksanlardaki avangart açılımları yeni gelişmeler karşısında onun güvencelerini oluşturuyor. Burada iki temel uyumsuzluk ya da iki farklı gelişme temposu var. I) BİSAV’ın doksanlı yıllarda geliştirdiği teklifler, İslami camianın en iyi ihtimalle önümüzdeki on yılında keşfedeceği unsurlardır. BİSAV’ın doksanları bu grupların aştığı bir konumu değil ileride keşfedecekleri konumu temsil ediyor. Bu açıdan neo-doksanlar çizgisi bir parodi üretiyor. İlkinin trajedisini ikincisinin komedisi takip ediyor. Yeni güldürü grotesk biçimler alıyor. Bu kafanın, kuşak yenilenmeleriyle birlikte yaşanan bilgi yapılarındaki yenilenmeleri karşılama kudreti, yeteneği ve idraki bulunmuyor. II) BİSAV ise kendi iç evriminde yeni bir aşamadadır. BİSAV’ın kendi birikim ve tecrübeleri doksanların ötesindedir ancak onun doksanları geniş anlamda muhafazakar camianın ilerisinde duruyor.
“Türkiye’deki entelektüel bilincin dönüşümünü doksanlardaki bu iki kavrama odaklanmadan yazmak pek mümkün değil: Yaşam ve Derinlik.”
Bana göre, Türkiye’de üç aydınlanma dönemi vardır. Aydınlanma yerine “Gutenberg anı” da diyebiliriz. Matbaanın öne çıktığı, kitapların, gazetelerin, kültür ve sanat dergilerinin kültürel kamusallık ürettiği üç dönemdir bu. Bu evrelerde yayınevleri açılıyor, tercümeler yapılıyor, gazeteler kuruluyor, dergiler çıkarılıyor, kültürel mekanlar inşa ediliyor, fikirler dolaşıma giriyor ve dünyanın üretimine katılıyordur. Bu üç dönem, üç yazılı kültür momenti ya da tipografik canlanma evreleridir. Aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, akademisyenlerle birlikte siyasilerin bile kitaplarının olduğu üç dönem: i) 1870’lerin Tanzimat aydınlanması, ii) 1960’ların sol aydınlanması ve iii) 1990’ların İslami aydınlanması. BİSAV, bu üçüncü dönemin öncülerinden, kurucu öznelerinden biridir. Bugün dünyada bir kitabın dünyayı değiştirip değiştirilemeyeceği tartışılıyor. BİSAV, kitapların dünyayı değiştirebileceğinin somut örneklerini verdi. Türkiye somutuna etki eden kitaplar üretebildi, belki de son kitabı…
Bu üç dönem aynı zamanda üç farklı aydındır. Her Gutenberg momenti, yeni bir aydın tipi, yeni kavramlar, yeni tasnifler, kelimeler getirmiş, kendine göre zihniyet dönüşümlerine neden olmuştur. Doksanlardaki dönüşümler, Tanzimat’tan ve sol aydınlanmadan ileri gelen aydın doksalarını; dahası, belli başlı örneklerde olduğu gibi “deha” ile “ilerici kanonun” özdeşliğini parçaladı. Yaratıcı yeteneklerin yataklarını değiştirdi. Solcu aydın ve sanatçının ilerici kanonlarınca kabul edilemez olana belli bir meşruiyet ve derinlik sağlandı. Söz gelimi İsmet Özel Amentü şiiriyle ortaya koyduğu gerçeklikle entelektüel, estetik ve politik yaratıcılığın akacağı yataklara, doğurgan dünyaya işaret etmiştir. Böylece deha ile nomos paradigmatik örneklerde birbirine sıkıca bağlanmıştır. Dikkatli bakıldığında, Türkiye’de entelektüel alanı dönüştüren en önemli gelişme doksanlarla birlikte yaşandığı görülür. İlgili yıllarda entelektüel figüründe devrim oldu.
Orhan Veli’nin güzel bir ayrımı var. Lüzumu hissedenler kurucular, lüzumsuzluğu hissedenler yıkıcılardır. Doksanlardaki dönüşüm lüzumsuzlukları hissetmenin yanı sıra bize neyin lazım geldiği noktasında güçlü sezgilere sahip oldu. Doksanlardaki zihniyet dönüşümü iki temel kavrama indirgenebilir. Türkiye’deki entelektüel bilincin dönüşümünü doksanlardaki bu iki kavrama odaklanmadan yazmak pek mümkün değil: Yaşam ve Derinlik. Doksanlarda gerçekleşen büyük sıçrama en temelde bu iki temel motiften oluşuyor. Bu döneme, paradokslardan paradigmaya sıçrama anı da diyebiliriz. Bugün lümpen bir tutumla aranan “kültürel iktidar” sorunu bana göre doksanlarda zaten olup bitmiş bir şeydir. Bu atılımın ve dönüştürücü enerjinin önemli öznelerinden biri de BİSAV’dır. Bugün ise bunların yerini iki farklı kavram alıyor: “Çürüme” ve “yüzeysellik”. Doksanların en temel entelektüel yordamı “derinleştirme”dir. Ekonominin, siyasetin, sanatın, mimarinin, ahlakın, bilginin, sosyal bilimlerin derinleştirilmesidir. Bugün ise doksanların derinleştirme yordamının yerini vülgerleştirme ya da düzleştirme aldı. Doksanlı yılların derinlik ihtiva eden bütün kavramları vülgerleştiriliyor. Derinleştirilmiş biçimler vülgarleştirilerek zengin içeriklerinden soyunduruluyor. Kelimeler yerini patetik duygulara bırakıyor. Kültürel ve kavramsal dünyada yaşanan bir iflasın ifadesidir bu. Acı ama söylemek zorundayız: Günümüzde edebiyatçıların becerileri düşük, entelektüellerin fikirleri fakirdir.
İki farklı kültürel yordam, kültürel rejim ve entelektüel figür ayrışmıştır: Okuru, halkı, kitleyi entelektüel bir düzleme çeken programın öncü çizgisi ile kültürü, kitlenin genel duygusuna, bilincine indiren çizgi. Başka bir ifadeyle okurunu, dinleyicisini dönüştüren, onun duygularını kavramsallaştırarak derinleştiren; onu iyi, güzel ve doğruya taşımaya çalışan çizgi ile kitlenin peşinden giden, kitle kuyrukçuluğu yapan, okuruna aşık, onu istismar eden popülist yordamlar ve bunlara eşlik eden kültür ajitasyonu, kimlik deklerasyonları. Vülgerizasyonun neden olduğu kimlik katharsisleriyle sahte doyum noktaları oluşuyor, gerçek gerilimler geçiştiriliyor. Doyum noktalarında tekrarlar çoğalıyor. Doyumlar teorik tıkanmalardır. Genelgeçer doğrularla yeni durumların üstesinden gelineceği varsayılıyor. Yorgun düşmüş cümlelerin sahiplerinden gençleşme beklemek beyhudedir. Doyum noktaları kültürel apatiye ve kısırlığa yol açmasına rağmen Vakıf, bitip tükenmek bilmeyen tartışmaları ve soruşturmalarıyla merak, yaratıcılık ve iştah açığının kapatılmasına gayret gösterdi. Bu yüzeyselleşme karşısında doksanlardan getirdiğimiz, miras olarak aldığımız vertigal streslerin koruyucu bir kalkan oluşturduğunu düşünüyorum. Kültür demagoglarına veyahut kültür karşısındaki filisten tutumlara karşı kültür, sanat ve bilim alanında gerekli entelektüel iklimi ve entelektüel ahlakı korumaya çaba harcamalıyız.
“Beklenecek Godot yok, sihirli kitaplar da olmayacak. Daha çok kitap, daha çok deneme üretmeliyiz. Uzun zamandır daha çok akademisyen daha az entelektüeliz. Akademik üretimlerle yetinemeyiz.”
Bugün, belli açılardan problemli gördüğüm yeni bir aydınlanma dönemi yaşanıyor. Entelektüel figür yenileniyor. Bu yeni süreç yeni aydın tanımları, kavramları ve yönelimleri getirecektir. Kendi şahsi gözlemim şudur: Yaşam ve derinlik kavramlarının yerini akıl ve otonomi alıyor. Tabiri caizse entelektüel hareket Nietzsche’den Kant’a doğru seyrediyor. Tarihin ironisini şu retorikle, imgesel olarak ifade etmek mümkün: Biz Gazzaliyi çağırdık, çıkıp gelen Kant oldu. Oluşan yeni iklimde iyi, güzel ve doğru yeniden tanımlanıyor. Gelenekten nelerin lüzumsuzlaştığı ve nelerin yeni süreçte lüzumlu hale geldiği konusunda duyguların karmaşıklaştığı bir evre bu. Şairin tabiriyle adle boyun eğmek ile içimizdeki ahlak yasası arasında yaşanıyor gerilimler. Tabiri caizse, nomostan otonomosa geçiliyor. Doksanlarla bugün arasında bir uçurum farkı var. Bu uçurum Mehmet Genç’in sözünü ettiği Nietzsche’nin uçurumudur. (Mehmet Genç şöyle demişti: “Uçurumun içine bakarsan uçurum da senin içine bakar diyor Nietzsche. Ben Osmanlı uçurumuna baktım, o da bana baktı. Neticede kaynaştık.”). Geçmişe, geleneğe artık bir uçurum olarak bakılmıyor. Daha rasyonel, daha mesafeli, daha soğuk bakışlar gelişiyor. Romantik ben-ögesinin yerini rasyonalite arzusu alıyor. Geçmişi sahiplenmek yerine ona daha akademik bir gözle bakılıyor, pasif bir nesne olarak görülüyor. Geleneğin Wagneryan karakteri ürkütüyor. Açıklık, öngörü, netlik bekleniyor.
Doksanların yaşam ve derinlik motiflerinin altında şu yatıyordu: Çubuğu öznelliğe bükerek sıçramak; sahiplenerek yapılan zihinsel sıçrama. Bu Kemalist gerçekçiliğin ve yüzeyselliğinin aşılmasında büyük bir zihinsel devrime yol açtı. Ancak geçmişe artık Turgut Cansever gibi bakılmıyor. Yeni mimarlar daha çok çağdaş sanatla temas içindeler, gelişmenin dinamiği bu yöndedir. (Burada ismini andığın entelektüelleri, aydın figüründeki yenilenmeleri ve dönemin genel iklimini anlatmak adına imgeselleştirdiğimi belirtmek isterim). Tarihçiler, mimarlar, sosyal bilimler, entelektüeller yeni bir yöneliş içindedir. Dünyayla yeni temaslar var. Otuz yıl içindeki pratikler belli başlı teorik yaklaşımları ister istemez olumsuzladı. Yahya Kemal’e atıfla belirtirsem, “eski şiirin rüzgarı” artık esmiyor. Entelektüel kuşak boşluğu büyüyor. Yeni jenerasyonlar eskisi gibi inanmıyorlar ancak yeni fikirlere de ulaşabilecek birikimlerden uzaktalar.
Teori ile pratik uyuşmazlığı bir kriz durumudur. Bu kriz, basit yeniden üretim krizi olmayıp genelleşmiş yeniden üretim krizidir. Problematiklerin değişeceği, yeni perspektiflerin sisteme dahil edileceği, entelektüel lügatin, kelime dağarcığının radikal yenilenmelerden geçeceği bir aşamadayız. Her türden doğumun beklendiği bu aşamada, tarihsel akışa yeni bir yörünge oluşturmak, yönsüzleşmiş ilgilere ve duygulara yeni yönler bulmak lazımdır. Jargonlardan bağımsızlaşarak yeni fikirleri zorlamak geleceği yenileyecektir. İnsanlar olaylar yaratır. Olaylar da insanları yaratır. Yeniyi zorlayacak olaylardan geçtik, geçiyoruz. Bugün bütün akım entelekyaları krizde olsa da olayların yarattığı insanların yeni kuşak entelekyasını oluşturacak, billurlaştırıcı kolektif fail rolünü yeni koşullara uyarlayabilecek birikime, tanıklığa, yeteneğe ve iştaha sahip olduğunu düşünüyorum.
İnsanlar, sinik ve melankolik dönemlerinde hafızalarını fazla yokluyorlar. Bugün ise hatıralardan, hafızadan çok hedeflere odaklanmalıyız. Nostalji ile melankoli arasında bir fark var: Melankolide, eylemden geri çekilme duygusu baskındır, nostalji ise bugün seni kızdıran şeydir. Nostalji öncekiler kadar iyi yapmak, öncekilerden daha iyi yapmaktır. Doksanlar nostaljisinden yeni yönelişler, yeni programlar, yeni kelimeler, yeni perspektifler geliştirmek gerekiyor. Entelektüel çorak toprakları sulamaya devam ediyoruz, etmeliyiz. Beklenecek Godot yok, sihirli kitaplar da olmayacak. Daha çok kitap, daha çok deneme üretmeliyiz. Uzun zamandır daha çok akademisyen daha az entelektüeliz. Akademik üretimlerle yetinemeyiz. Akademinin içine bu çekilişler kamusal entelektüel figürüne zarar veriyor. Bugünün açık olgusu şudur: İslami kamusal entelektüel figürü ölmüştür. Bu ise Türkiye’de geniş anlamda entelektüel alanın dönüştürülmesinde İslami entelektüellerin oynaması gereken tarihsel rolden bizleri mahrum bırakıyor. Derinleşmenin dinsel angajmanı şart koştuğu eski entelektüel figürünün yerine dinden uzaklaşarak yaratıcı olunabilir duygusu gelişiyor. Örneğin Dücane Cündioğlu’nun temsil ettiği entelektüel yanılsama, ancak dinden uzaklaşılarak derinlikli bir entelektüel olunabileceği düşüncesini yaygınlaştırıyor. Yanılsama, çünkü kendi doksanlarının gerisine düşerek yazılı kültüre daha az katkı yapmakta, yaşam tarzı değişikliğini teorik planda kurmak, tutarlı bir perspektif geliştirmek yerine, dar bir kültüralizme ve didaktizme demirlemektedir. Videosfer çağı “yazar” değil “sohbetçi” tipini egemen kılıyor.
Anti-doksanlar dediğim, doksan öncesi kültürel statükoya gerileme (“büyük gerileme”) olarak gördüğüm entelektüel figürde yaşanan dönüşüm yaratıcılığın yatağındaki değişikliktir. Yaratıcılığın yatağındaki dönüşümler en büyük yaranın açıldığı alanı oluşturuyor. Deha ile nomosun bağlarının kopma eğilimi sergilemesi ciddi bir krizdir. Akademik kariyerlere endekslenmiş kültürel üretimlerle bu kriz çözülemez. O nedenle makaleleri denemelerle çeşitlendirmek gerekiyor. Nesnelci yönelimler karşısında yeniden bir öznelci aşıya ihtiyaç var. Entelektüel alanın dönüştürülmesinde ihtiyaç duyduğumuz tarihsel rolü oynamak, doksanlı yıllarda belirginleşen entelektüel figürü ileriye taşımak, şansa bağlı olmayan özsel atılımlar gerçekleştirmek, karakter ile yetenekler arasında açılan mesafelerin kapatılması adına büyük çabalar geliştirmek gerekmektedir. Entelektüel tutkuları diri tutmak, merak ve derinlik arayışlarımızı devam ettirmek, kendi derinliğini araştırmaktan vazgeçerek ve gündelik politik çıkarlara sıkışarak varılan noktada ortaya çıkan entelektüel ufkun darlaşmasına karşı mücadele etmek, kesinlik taleplerimizi, titiz ilgilerimizi kaybetmemek, anlama tutkularımızı güçlendirmek zorundayız. Portmanto entelektüel figürüne karşı özgün bakışa, söze ve göze sahip entelektüel figürünü güçlendirmeliyiz. Eski içeriklerin aşıldığı ve biçimciliğe meyillerin hızlandığı kültürel iklimde içerik ve biçim arasındaki dengeleri yeniden kurma sorumluluğumuz var. Hülasa, kendi yaşamımızı ve derinliğimizi araştırmaktan başka bir çıkış yolu görünmüyor.
Not:7 Mayıs 2021 Cuma akşamı çevirimiçi ortamda düzenlenen BİSAV Ramazan Buluşması’nda takdim edilen konuşma metnidir.