Editörlük ve Yayıncılık Üzerine
Rahime Demir, matbaa ve yazılı eserler konularında okuma yaparken Doğu ve Batı kaynaklarını birlikte okuyarak her iki tarafta da dini ve kültürel faktörlerin etkisindeki yazının ve yazılı külliyatın gelişmesine bakmak gerektiğini vurguluyor.
Sanat Araştırmaları Merkezi, 14 Mayıs 2020 tarihinde Rahime Demir’i ağırladı. Kırkambar Sohbet programları dahilinde gerçekleşen ve moderatörlüğünü Neslihan Demirci’nin yaptığı programda genel olarak yazının, kitabın tarihi ve editoryanın gelişimi konuşuldu. Yirmi üç yıldır yayıncılık sektörünün içerisinde olan ve yaklaşık on beş senedir de bu konularda atölyeler düzenleyen Rahime Demir, 2019 yılında Bilim ve Sanat Vakfı’nda da “Kitabın Tarihi ve Editörlük” adıyla oldukça kapsamlı bir atölye gerçekleştirmişti.
Rahime Demir konuşmasına, Batı’da özellikle mikro tarih bağlamında sıklıkla ele alınan fakat bizde yeni yeni gündeme alındığını söylediği yazının tarihinden bahsederek başladı. Yazının tarihsel seyrine bakıldığında, sürecin M. Ö. 3000-4000 civarlarında Mezopotamya’da başladığı görülüyor. Yazının icadı da, paranın icadıyla benzer olarak ticari ihtiyaçlardan doğmuş. Bu coğrafyada incelenen yazılı eserlerde hesaplama vb. amaçlarla kil tabletlerin kullanıldığı görülmüş. Sümerler tarafından bulunan çivi yazısını, hiyeroglif denilen resim yazı izlemiş ve daha sonra Fenikeliler’in alfabeyi bulmalarıyla yazı, farklı bir boyut kazanmış. Kullanılan materyaller de bu gelişime paralel olarak değişmiş. Kil tabletlerle başlayan süreç, Mısır bölgesinde bitkisel kaynaklı olan papirüse, sonrasında Anadolu coğrafyasında Bergama bölgesinde derinin işlenmesiyle elde edilen parşömene evrilmiş. Bugünkü anlamda, paçavra ve liflerden yapılan ilk kağıdın ise bazı kaynaklarda Uygurlar, bazı kaynaklarda ise Çinliler tarafından bulunduğu söylenir. Talas Savaşı’yla beraber Araplar da kağıtla tanışıyorlar ve Müslümanlar’ın Kur’an dolayısıyla yazıya verdikleri önem sayesinde bir kağıt medeniyeti başlıyor. Haçlı Seferleri’yle Avrupa’ya geçen kağıt, İtaya civarında özellikle su kenarlarında, önce kumaş parçalarından, daha sonra ise odun liflerinden üretilmeye başlanıyor ve kağıdın gelişimine bağlı olarak da yeni meslekler ortaya çıkıyor. Bu dönemde kilise merkezli olarak İncil’in yazılması, düzeltilmesi, süslenmesi için bir tür editorya olarak çalışan iş kolları oluşuyor. Doğu’da da hocalardan ders dinleyen müstahsiller, kitapçılar var.
Matbaanın icadıyla birlikte, ilk olarak deneme mahiyetinde yedi-sekiz sayfalık bir şiirin ve daha sonra ise tam bir İncil’in basıldığını söylüyor Rahime Demir ve matbaanın gelişimini anlatarak devam ediyor. Alman bir kuyumcu, daha sonra matbaacı ve yayıncı olan Johannes Gutenberg’in buluşuyla başlıyor matbaa. İlk matbaa ustalarının dökümden anlayan kişiler yani daha çok kuyumcu ustaları olduğunu anlatıyor Rahime Demir. Bu kişiler hem ürettikleri harfleri satmış hem de eserlerin basımı ve dağıtımı ile ilgilenmişler. Matbaaya geçilse de süslemeler, yazı karakteri vb. konularda el yazmasındaki sistem kullanılmış ve uzun bir süre bu şekilde devam etmiş. Matbaanın icadıyla, bugün bize az gelse de o döneme göre büyük sayılabilecek (300-500 gibi) baskı sayılarına ulaşılmış. Dini eserlere odaklı başlayan matbu süreç, Rönesans’la birlikte sekülerleşiyor. 17. yüzyıla gelindiğinde kitapların yasaklanması, matbaacıların tutuklanması gibi olaylar baş gösteriyor ve sansür kavramı ortaya çıkıyor. Rahime Demir, matbaa ve yazılı eserler konularında okuma yaparken Doğu ve Batı kaynaklarını birlikte okuyarak her iki tarafta da dini ve kültürel faktörlerin etkisindeki yazının ve yazılı külliyatın gelişmesine bakmak gerektiğini vurguluyor. Bugün ise matbaa aşaması, editoryadan tamamen ayrı ve çok teknik bir süreç olarak devam ediyor.
Editoryanın aslında çok eskiden beri farklı isimler altında var olduğunu söyleyerek sürdürüyor konuşmasını Rahime Demir. İslam dünyasında, hocaları dinleyerek ders notları çıkaran, daha sonra onları derleyerek hocalarına okuyan ve onay alan kişiler var. Batı’da ise matbaa döneminde iki tür etkin özne var; finansman sağlayan, girişimci zengin kişiler ve entelektüel, klasiklere hâkim ve ticari bir emtia olarak kazanç getirebilecek eserleri seçebilen kişiler. Rahime Demir, ilk editörler olarak bu kişilerin gösterilebileceğini fakat gerçek anlamda editoryanın, yani yayın kısmını kurgulayarak müstakil bir departman hâline getiren unsurun Amerikan yayıncılığı olduğunu söylüyor. Sermaye, yayıncılık içerisindeki iş kollarına ayrı kişiler tayin edebilmek ve bir sistem kurabilmek için kilit faktör oluyor. Ufak sermayeyle yapılan işlerde editör, danışman, musahhih ve hatta yayıncının hepsi mecburen aynı kişi olabiliyor. Amerikan yayıncılığının ticarileşmesi ve “best seller” kavramının ortaya çıkışı da aslında bu iş bölümünün yapılabilmesini sağlıyor. Rahime Demir, bir yayınevinin üç tür esere ihtiyacı olduğundan bahsetti: Birincisi, çok satarak kâr getirecek ve böylece yayınevinin hayatta kalmasını sağlayacak eserler; ikincisi, yayınevinin sürekli listesinde yer alacak, klasikler denilen eserler ve üçüncüsü, az satsa bile sektörde, ilim dünyasında ses getirecek eserler.
Rahime Demir, bir yazarın dosyasını yayınevine göndermesiyle başlayan sürecin aşamalarını anlattı ve sürecin doğru yönetilmesinin hem yazar hem de yayınevi açısından oldukça önemli olduğunu ifade etti. Yayınevinde varsa bir raportörün yoksa da editörün hızlı bir okumayla yayınevinin yayın politikasına uygun olup olmadığına karar verdiği dosyanın ikinci aşamada içeriği, konunun işlenişi ve akıcılığı vb. nitelikleri değerlendirilir. En son olarak dili kullanımı, hatalarının ölçüsü, üslubu değerlendirilir ve bu rapor yayın kuruluna sunulur. Eğer yayın kurulundan onay alırsa eksikleri belirlenir ve yazarla mutabık kalınarak bir değerlendirme hazırlanır. Telif sözleşmesi de bu aşamada yapılır. Rahime Demir, bundan sonraki süreçlerde yazar ve editörün birbirlerine karşı tavırlarının süreci etkileyen önemli bir faktör olduğunun da altını çizerek editörün üstten bakan bir tavra girmeden yazara güven vermesi, metne yazarın özgünlüğünü bozacak şekilde müdahale etmemesi ve yazarla mutabık kalması gerektiğini söylüyor.
Rahime Demir, özellikle akademik eser eksikliğinin giderilmesi için yayınevlerinin, yazarlardan gelen dosyalara ek olarak, kendilerinin de proje üretebileceklerini ifade ediyor. Sektörde eksik olan ve talep görebilecek konuların pazarlama departmanı tarafından belirlenerek yayın kurulu ve editörlerle paylaşılması, sonrasında yayın projeleri planlaması ve yazar araştırması yapılması da bir yöntem olarak yer alıyor yayıncılıkta. Yayınevlerinin ön çalışmasını yaparak çerçevelediği bu eserler, ehil insanlar tarafından yazıldığı için oldukça nitelikli işler ortaya çıkıyor. Bu tarz süreçlerin editorya tarafından yürütüldüğü göz önüne alındığında bir yayınevi çalışanının kısa sürelerde iş değiştirmesi çok da makûl olmuyor. Yayıncılığın bir kimlik meselesi olduğunu söyleyen Rahime Demir, o kimliği kazanmak için belli bir yerde bir süre emek vermek gerektiğini söylüyor. Genel yayın yönetmeni değişen bir yayınevinin, yayın çizgisinin de değişmesinin çok doğal olduğunu, kişinin gittiği yere o anlayışı taşıyacağını ve bunun Rönesans’tan beri benzer şekilde ilerlediğini ekliyor. Son olarak Rahime Demir, bir editörün piyasayı bilmesi, fuarları takip etmesi ve yeni fikirleri keşfetmeye açık olması; fakat en önemlisi, iyi bir yazar ve iyi bir okur olması gerektiğini ifade ediyor. İlgilenenler, bu keyifli sohbetin tamamını BİSAV TV Youtube kanalında izleyebilirler.