Peksimetçi Nureddin ile Yazıcı Murtaza’nın “Devlet”le İmtihanı
“İnsanın ateşle ilk karşılaşmasıyla ateşe hâkim olması arasında ne uzun ve acıklı bir macera vardır.” [1]
Şifâhî Kültürden Tarihe Uzanan Yollar…
Osmanlı vatandaşı olarak dünyaya gelen, Cumhuriyet Türkiye’sini de idrak eden annemin anneannesi hayatta iken, ihtiyar hâline bakmadan muhtemel bir tehlikeden bizleri korumak ister ve sık sık şu ikazını tekrarlardı: “Üzerinize vazife olmayan hiçbir işe karışmayın, devlet araba ile tavşan kovalar”. Ninemin, etrafını kolaçan edip biraz da sesini kısarak söylediği bu söze, dahası bunu söylerken üzerine çöken korku dolu hâle bir anlam veremez, gülüp geçerdik. Yıllar sonra devlet-toplum ilişkileri üzerinde düşünmeye ve “araba ile tavşan kovalama” hâllerine şahitlik etmeye başladığımda rahmetli ninemin sözü hafızamda canlanmıştı. Onun işaret ettiği gerçeği artık anlıyor gibiydim, bununla birlikte bu sözün künhüne vâkıf olmak için daha fazla “şahitliğe” ihtiyacım olacaktı…
Osmanlı tarihi çalışmalarım esnasında içinde çelişkiler, açmazlar, kısır döngüler barındıran, çok katmanlı, iç içe geçmiş ve kolayca çözümlenemeyen devlet-toplum ilişkilerine dikkatimi teksif ettiğimde, İsmet Özel’in deyimi ile “sözler içinde bir yeri olan bu söz asıl anlamını kavradı”. Deyişin kökenine inmek isteyip biraz araştırdığımda ise aslının “Devlet, kağnı arabası ile tavşan kovalar ama mutlaka yakalar.” olduğunu öğrendim. Bu sözle, imhâl eden ama asla ihmâl etmeyen, istediğini elde etmek için akla gelmedik türlü çeşit aracı kullanmaktan çekinmeyen bir “devlet”ten bahsediliyor ve böyle bir mekanizma ile baş etmenin güçlüğüne işaret ediliyordu. Osmanlı evrakının alt metninden edindiğim izlenim de bu atasözünü tasdik eder gibiydi.
18. yüzyılı konu alan bir Arapça kronikte bu sözün, nerede ise birebir aynısı ile karşılaşıp bu minvalde Kürtçe bir atasözünün bulunduğunu öğrendiğimde taşlar biraz daha yerine oturdu. Her yere hissettirmeden nüfûz etme ve istediğini alabilme kabiliyetine sahip bir devlet algısı, imparatorluk sathına yayılmış görünüyordu. Şaşırtıcı bir şekilde içinden çıktığı toplumun kılcal damarlarına, daha farklı bir mahiyete bürünerek nüfûz etmiş bir “devlet”in, o toplum tarafından nasıl algılandığına dair ipuçlarıydı bu kabilden sözler…
Bununla birlikte devletten, fırsat, talih, koruyan kollayan bir üst yapı olarak bahseden sözler de hiç az değildi: “Başına devlet kuşu konmak”, “devlet kapısına girmek”, “devlete ermek”, “devlet baba”, “ne devlet!”… Öncekinin aksine bu ve benzeri sözler, “devlet”i saadetle eşleştiriyor ve abartılı bir şekilde yüceltiyorlardı. Bir yanda korkulan, sakınılan bir “devlet”, diğer yanda talih kuşu olarak başa konması beklenen “devlet”… İkisi de aynı kültür, aynı zihniyet tarafından üretilmiş kalıplardı ve aslında bir gerçeğin iki yüzüne işaret ediyorlardı.
“Devlet” kelimesinin Arapça karşılıkları da, devlet geleneğimizi anlamak bakımından diğerlerinden kalır yanı yok gibiydi: “Dönüşümlü, münavebeli olarak değişmek, periyodik olarak değişmek, şans/zaman dönmek/değişmek, elden ele geçmek”. [2] Bütün bunlardan anlaşıldığı kadarıyla “devlet çarkı” dâima dönüyor, talihli olanı muvakkaten bünyesine alıyor, devlete eklemlenen kişi, devletini/saadetini kaybetmemek için kıyasıya bir yarışa giriyor, fakat sistem münavebeli işlediği için eninde sonunda kaybetmeye mahkûm oluyordu. Kaybetmenin kabullenilemediği “isyan” durumlarında ise tavşan kaçıyor, devlet kağnı arabası ile dahi olsa asiyi yakalayana kadar kovalamaya devam ediyordu… Bu sırada da şifâhî kültür devreye girerek “durum/hasar tespiti” yapıyor, bir tecrübe üzerine oluşan hâsıla, zamanla bir zihniyet yapısı hâline geliyor ve nesilden nesile aktarılıyordu.
Modern Araştırmalarda Osmanlı’da Devlet-Toplum İlişkisi
İçinde “devlet” geçen deyişler, atasözleri, mecazlar ve benzeri halk kültürü mahsullerinin incelenmesi ile bir zihniyet tarihi okuması yapılabileceği, hatta yeri geldiğinde bunların birer “tarih kaynağı” olarak kullanılabileceği ortadadır. Fakat tarihçilerimiz, önemli bir algıyı veren bu türden sözlü kültür mahsullerini umumiyetle ıskalamaktadır. [3] Bu küçük ihmal bir kenara bırakılırsa, devlet-toplum arasındaki münasebet ve gerilimlerin, tarihçilerin gündemini en çok meşgul eden konuların başında geldiği söylenebilir. Kuruluş devrine uzanan araştırmalar, Osmanlı’nın kuruluşu safhasında toplumun hangi zümrelerinin, “devlet”in teşekkülüne omuz verdiği üzerinde dururken, 16.-17. yüzyıla odaklanan çalışmalar, Celâlî isyanları ve devletin bunlara karşı geliştirdiği tavrı anlamaya çalışmaktadır. Kayda değer bir çalışma konusu da, bir “Şark Despotizmi”nin mi söz konusu olduğu yoksa devletin, topluma siyasî inisiyatif verip vermediğinin mi. [4] Bu bağlamdaki tartışmaların merkezinde ise devlet-toplum ilişkilerinin, farklı şartlar altında yaşadığı kırılmalar ile geçirdiği değişim ve dönüşümler yer almaktadır. [5]
Karmaşık bir ilişkiler yumağı olan ve yek-diğerinden ayrılamayan devlet-toplum münasebetini aydınlatmaya matuf bu çalışmaların hülâsasından, Osmanlı Devleti’nin, esnek bir yapıya sahip olduğu, sosyal meselelere karşı farklı zaman ve mekânlarda çözümler geliştirebildiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte aynı çalışmalardan, devletin, muhtemel çözülmeleri önlemek amacıyla toplum karşısında kendini “alternatifsizleştirdiği”, buna karşılık toplumun, bu durumu kendisi açısından fırsata çevirip “devlete eklemlenme” çabasına girdiği, devletin de toplumun bu zaafını zaman zaman kendi menfaatine kullanmaya çalıştığı ortaya çıkmaktadır. Bir madalyonun iki yüzünü gösteren ve bir kısır döngü hâlinde birbirini tekrar eden bu hikâyenin kesintiye uğradığı noktalar ise hiç şüphesiz ki “isyan günleri” olarak tarihe geçmekteydi. [6] Fakat “ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünü şiar edinen halk, devlet fikri etrafında birleşmekte gecikmiyordu. Yani büyük külfetlerle gerçekleştirilen tarih araştırmaları, şifahî kültürde ifadesini bulan vaziyetleri, büyük ölçüde tasdik etmekteydi.
Tarih araştırmalarının, 16.-17. asırlara dair sunduğu bu manzara, 18. yüzyılda bir ölçüde değişmesine rağmen, 18. asırdaki bu değişim, tarihçilerin yeteri kadar ilgisini çekmemiştir. Bunun en önemli sebebi, 18. yüzyılda devletin, yerel güçlerin baskısıyla karşılaşıp toplum karşısında geri adım attığı ve nihayetinde adem-i merkeziyeti tercih edip zayıfladığı yönündeki ön kabulün literatürde geniş yer bulmasıdır. Halbuki yakından bakıldığında vaziyet pek de böyle görünmemektedir. Aksine devlet, dışarıda aldığı büyük mağlubiyetin neticesinde içeride iktidarını pekiştirmek istemiş, merkezî yapısını ve gücünü orantısız bir şekilde zirveye çıkarmıştır. Bunu yaparken de Byung-Chul Han’ın tanımını yaptığı güçlü iktidarların ustalıklı siyasetini benimsemiş, kendisini farklı dolayım yapıları, enstrümanlar ve araçların ardına saklamıştır. [7]
Kullandığı usta araçlar/aracılar sayesinde bir yandan toplumun her kademesine nüfûz etmiş, diğer yandan sosyal zümrelerin ve fertlerin de kendisine yavaşça eklemlenmesine izin vermiş, şahsî menfaati devlet çıkarı ile eşitleyerek herkesi “devlet” fikri üzerinde sessizce uzlaştırmıştır. Toplumu devletleştirerek, Han’ın ifadesiyle kendisini, ötekinde sürekli kılmış ve muhtemel bir muhalefeti/çözülmeyi önlemiştir. Bu siyasetin en mahir yanı ise bunu “kendisi dışında gelişen bir süreç” olarak lanse etmesi, böylelikle devletin, toplum üzerindeki ağırlığını hafifletmesidir. Gücünü bir anlamda görünmez kılan devlet, böylece iç siyasette elini güçlendirmiştir.
Devletin, kendini, çeşitli araçların ardına saklamasının neticeleri kendi dönemi ile sınırlı kalmamış modern tarihçilerin de bu büyük illüzyona kapılmasına sebep olmuştur. Tarihçilerin bu illüzyonu hakikat yerine koymalarının nedenleri çeşitlidir; kimi zaman ideolojik ön kabullere dokunmamak, kimi zaman da 18. asra has araştırma yöntemleri geliştirmemek sebep olarak karşımıza çıkmaktadır. Halbuki bu asırda devletin toplumla kurduğu münasebetleri anlamak için toplu resme değil, devletin, belli bir zümre ya da şahısla kurduğu iletişime odaklanmak gerekmektedir. Bunu yapmak için öncelikle devlet belgelerinde, sıradan insanı görmenin mümkün olmadığı, dolayısı ile de bu belgeleri esas alan tarihçilikle sıradan insanın tarihinin yazılamayacağı, şahısların ise bu dönemde kendilerini anlatmaktan uzak durduğu gibi başka türlü ön kabullerin bir kenara bırakılması elzemdir.
Peksimetçi Nureddin ile Yazıcı Murtaza Üzerinden Devlet-Toplum İlişkisini Yeniden Düşünmek
Son yıllarda yapılan yeni ilmî araştırmalar, yukarıda zikredilen ön kabulleri yıkmasa da sarsacak gibidir. Yusuf Alperen Aydın’ın kaleme aldığı Müteşebbis ve Devlet: 18. Yüzyılda Peksimetçibaşı Nureddin Ağa’nın Yükselişi [8] ile Mehmet Yaşar Ertaş’ın yayına hazırladığı Yazıcı Murtaza: Arnavutluk’tan Basra’ya Bir Kâtibin Seyahat Anıları [9], 18. yüzyılı konu alan araştırmalarda enstrümanları çeşitlendirmenin gerekliliğini gösterdiği kadar bunun mümkün olduğunu da ortaya koymaktadır. Aydın eserinde, devlet belgelerinden yola çıkılarak en azından devlete temas etmiş bir şahsın tarihinin yazılabileceğine işaret ederken; Ertaş, zannedilenin aksine Osmanlı’da bazı kişilerin, kısa da olsa hatıralarını kaleme aldığını, bunların kütüphanelerde unutuluşa terk edilmiş mecmualar içinde bulunabileceğini göstermektedir. Bununla birlikte bu asrı konu alan nitelikli çalışmalar vücuda getirebilmek için arşivlerin ve kütüphanelerin tozlu rafları arasında daha fazla vakit geçirme ve bulunan malzemeyi incelikli bir şekilde işleme gerekliliği de yine bu çalışmalardan anlaşılmaktadır.
Söz konusu eserler, 18. asırda devlet-toplum ilişkisine dair yapılacak değerlendirmelerin, devletle bir şekilde yolu kesişen fertler ile onların devletle iletişim biçimlerine dayanması gerektirdiğinin resmi gibidir. Bunun yanı sıra bugünkü “devlet” algımızın kökenlerine inmek için 18. yüzyılın vazgeçilmez bir yerde durduğunu da bu çalışmalar üzerinden okumak mümkündür. Aslında içerik ve şekil itibariyle birbirinden çok farklı yerlerde duran bu iki eseri ortak paydada buluşturan nokta ise okuru, toplumun devletle kurduğu ilişki ile bunun neticeleri üzerinde düşünmeye davet etmeleridir.
Eserlerden ilki olan Müteşebbis ve Devlet’te, Osmanlı Devleti’nde sadece devlet bünyesinde görev alarak yükselme imkânı olan sıradan bir insanın, bir müteşebbis olarak “devletle karşılaşması” ve bu sırada yaşadığı iniş-çıkışlar konu edilmektedir. Devlet, bu asırda takip etmeye başladığı yeni siyaset doğrultusunda, yeni makamlar ihdas etmekte, böylece daha çok kişiyi bünyesine dahil edebilmektedir. Peksimetçibaşılık makamı da bu saikle ihdas edilmiş görünmektedir. İstanbul’da Haliç’teki Tersane-i Âmire yakınlarında sıradan bir fırın sahibi olan Nureddin de Sadrazam Çorlulu Ali Paşa ile kurduğu ilişkiler sayesinde devletten iş almayı başarmış ve “peksimetçibaşı” unvanına nâil olmuştur. Aldığı bir nevi “ihale” kapsamında, donanmanın peksimet ihtiyacını karşılayan Nureddin, ilk başlarda hâlinden memnun görünmektedir, zira binlerce askeri doyuracak peksimeti imal etmekte veya fason olarak imal ettirmekte ve devlete satmaktadır. Kârlı bir iş aldığını düşünen Nureddin çok geçmeden devletle iş yapmanın zorluklarını fark edecek ve büyük sıkıntılar yaşamaya başlayacaktır. Bu sırada hâmisinin idamıyla iyice sarsılan Nureddin, devletten alacağını tahsil edememek ve karşısında muhatap bulamamak gibi sorunlar yaşayacaktır.
Peksimetçi Nureddin zaman içinde devletin farklı yüzleri ile de karşılaşmış ve hayal kırıklığına uğramış gibidir. Bu bağlamda Nureddin, talep ettiği makul fiyatın altına razı edilmek istenmekte, bunun için karşısına rakipler dahi çıkarılmaktadır. Devlet bu yolla fiyat kırmakta, Nureddin’den nerede ise maliyetine üretim yapmasını istemektedir. Bir müteşebbis olarak devletten başka alternatifi olmayan Nureddin, gelecekteki muhtemel fırsatları kaçırmamak için devlet çarkının işleyişine mecbur ve mahkûm bir şekilde peksimet imaline devam etmektedir. Sistemin işleyişine müdahale imkânını da yine devlet çarkı içindeki “himâye” sisteminde bulabilen Nureddin zaman içinde yeni hâmiler edinmekte gecikmeyecek, böylelikle kendi çıkarını koruyabilecektir. Bu sayede önceki hayal kırıklıklarını bir kenara bırakıp yeniden menfaatine odaklanan Nureddin’i devlet, tekrar kazanmakla kalmayıp istediği yere de getirmeyi başaracaktır. Netice olarak Nureddin, devletin, toplum üzerinde hissettirmeden iktidarını kurabilme yetisini gösteren bir örnek olarak tarihe geçmekteydi.
Bir şehirli olan Nureddin’den farklı olarak, aynı dönemde taşrada, Kayseri’nin bir köyünde yaşayan Murtaza’nın da, borcunu ödeyebilmek ve biraz para biriktirebilmek için yükselmeye yani sınıf atlamaya ihtiyacı vardı. Fakat bunun tek yolu “devlet kapısına girmekten” geçiyordu. Fakir bir köylü olan Murtaza, şehirdeki akranı gibi müteşebbis olmayı düşleyecek kadar şanslı değildi. Bununla birlikte İstanbul’da devlet kapısında iş bulmuş akraba, hemşehri vb. “himâye b/ağlarını” kullanarak biraz da olsa yükselebilme imkânı elde edebilirdi. Böyle bir tavassutla İstanbul’a gelen Murtaza, kâtip olarak devlet kapısında iş bulacak ve Arnavutluk’tan Basra’ya uzanan geniş imparatorluk coğrafyasında iş icabı seyahat edecektir. Seyahati sırasında yaşadıklarını ise tıpkı bir günlük/hatırat gibi kaleme alacaktır. M. Yaşar Ertaş’ın bin emekle bugüne getirdiği bu anılar, taşradan gelip devlet çarkı içinde küçük bir memuriyet elde edebilen bir kâtibin, devletle karşılaşmasında yaşadığı gel-gitleri gözler önüne sermektedir.
İlk memuriyet yeri olan Rumeli’de nisbeten rahat bir çalışma ortamı bulan Murtaza, Erzurum valiliği tevcih edilen bir paşanın kapısına girerek görev süresini uzatmak, kazancını artırmak istemiştir. Fakat bundan sonra yaşayacakları, bir hayal kırıklığından başka bir şey değildir. Kendi ifadesiyle “hem vilâyet seyredip hem beş on akçe kazanıp vilayetteki bir yüz guruş deynini eda etmek ve belli bir âdem olmak” için hemşehri sözüne uyan Murtaza, kısa sürede devletin acımasız yüzüyle karşılaşmıştır. Zira kapısına intisab ettiği paşayı tayin eden Sadrazam Daltaban Mustafa Paşa katledilmiş, bu çerçevede onun ekibinden olduğu düşünülerek, Murtaza’nın bağlı olduğu paşa da görevden alınmıştır. Halbuki Murtaza ve diğer kapı halkı, henüz “iki akçe sahibi bile” olamamışlardır.
İşler bununla da kalmamış, çıkan isyanda II. Mustafa tahttan indirilerek yerine III. Ahmed çıkarılmış, Murtaza’nın dahil olduğu paşa kapısı da değişmiştir. Yeni tayin edilen paşaya ise Basra vilayeti verilmiştir. Basra’da önce iklimin azizliğine akabinde ise bölgedeki karışık sosyolojinin gadrine uğrayan Murtaza yaşadığı bin türlü mihnetten sonra “meğer paşalı olmak derbederin türbedarı olup âkıbeti benim gibi hikâyeci olmak imiş. Neûzübillahi tevbe ya Rabbi. Meğer şeytan aleyhi’l-la‘ne bizi yardan atmış” diyecektir. Birbirinden farklı halkları bünyesinde yaşatan bir imparatorluğun, bugün düşünüldüğü kadar kolay idare edilmediğini yerinde idrak eden Murtaza, Arap kabileleri arasında dengeyi sağlamaya çalışan paşanın yaşadığı zorluklara şahitlik etmiştir. Böylece devletle karşılaşmak kadar “devlet olmanın” ağırlığını da hissetmiştir. Ekibi içinde yer aldığı paşanın görev yeri değişmesi ile, Basra’dan ayrılıp memleketinin yolunu tutan Murtaza, yolda paşanın hastalanıp vefatına da tanık olmuştur. Devlet kaidesi gereği bütün mülküne el konan paşanın akıbeti Murtaza’yı son derece müteessir etmiş ve “İşte benim canım Osmanlılığın sonu budur. Pek a‘lâsı böyle olur.” demekten kendini alamamıştır.
Peksimetçi Nureddin ile Yazıcı Murtaza’nın uzun hikâyesinin, yer yer bugün yaşananlar ile paralellik göstermesi, herhalde dikkate değerdir. Bu iki sıradan insanın devletle imtihanı, bugünkü devlet algısı ile devletle kurduğumuz ilişkinin oluşum sürecine dair önemli ipuçları barındırmaktadır. Hâsılı tarihin karanlıklarına gömülmüş iki sıradan insanın devletle karşılaşma macerasını bugüne getiren her iki eser de bu meseleleri dert edinen okur-düşünürler için iyi bir “okuma-düşünme” pratiği vaad etmektedir.
[1] Safiye Erol, Ciğerdelen, İstanbul 2008, s. 254
[2] Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, İstanbul 2012, s. 323-324.
[3] Halkın hafızasına yerleşmiş bu kabilden deyiş, atasözü, halk türküsü vb. sözlü kültür ve edebiyat mahsullerinin tarih araştırmaları açısından kıymetini, Osmanlı Mısır’ı üzerine çalışırken, Batılı araştırmacıların çalışmalarındaki yerinde kullanımlarını görünce anlamıştım. Bu bâbda Andre Raymond’un Yeniçerilerin Kahiresi’nin (İstanbul 1999) girişine aldığı halk türküsü ile A. Chris Eccel’in Egypt, Islam and Social Change (Berlin 1984) adlı eserinde, bölüm başlarına derç ettiği konu ile ilgili atasözü ve darb-ı meselleri hatırlatmak yerinde olacaktır.
[4] Karl A. Wittfogel, Oriental Despotism: A Comparative Study of Total Power, Vintage Books, New York 1957; Halil İnalcık, “Şikâyet Hakkı: Arz-ı Hâl ve Arz-ı Mahzarlar”, Osmanlı Araştırmaları VII-VIII, İstanbul 1988, s. 33-54; Suraiya Faroqhi, Devletle Başa Çıkmak, Kapı Yayınları, İstanbul 2016, s. 31-44.
[5] Rifaat Ali Abou’l-Haj, Modern Devletin Doğası, İmge Yayınları, İstanbul 2008; Baki Tezcan, The Second Ottoman Empire, Cambridge University Press, New York 2010.
[6] William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan: 1591-1611, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2000.
[7] Byung-Chul Han, İktidar Nedir?, İnsan Yayınları, İstanbul 2020. 18. yüzyılda devletin yaşadığı kırılma ve bu bağlamda geçirdiği değişimi detaylı bir şekilde resmeden bir makale için bkz. Ali Yaycıoğlu, “Karlofça Ânı: Osmanlı İmparatorluğu 18. Yüzyıla Nasıl Başladı”, Tarih ve Toplum, Sayı 18, Güz 2021, s. 8.-56.
[8] Yusuf Alperen Aydın, Müteşebbis ve Devlet: 18. Yüzyılda Peksimetçibaşı Nureddin Ağa’nın Yükselişi, Kitabevi, İstanbul 2016.
[9] Mehmet Yaşar Ertaş, Yazıcı Murtaza: Arnavutluk’tan Basra’ya 18. Yüzyılda Kayserili Bir Kâtibin Seyahat Anıları, Kitabevi, İstanbul 2020.