Kültür ve Mimari:Kültürel, Dinî ve Mimarî Etkileşim; Cumhuriyet’ten Günümüze Cami Mimarisinin Değişim ve Gelişim Süreci
Mühendislik Fakültesi’nden Mimarlık Fakültesi’ne 60’lı yıllarda intisap eden, Osmanlı bakiyesi zevâtın tavrını yakinen bilen, cami pratiğini yaşamış bir ailevî gelenekten gelen ve camiyi kullanan biri olarak Prof. Dr. Sadettin Ökten, Sanat Araştırmalar Merkezi bünyesinde hazırlanan “Mimari Düşünceler” adlı programın ilk konuğuydu. “Kültür ve mimari” ekseninde cami mimarisi üzerine yaptığı sunumda bu konudaki bilgi birikimini ve önemli tespitlerini bizlerle paylaşan Ökten, ilk olarak cami mimarisinin klasik dönemdeki tasavvuruna ve klasik dönemden günümüze cami mimarisinin işlevselliğindeki değişkenliğe vurgu yaptı:Bize ait bir dinî mimariden söz edildiğinde bu yalnızca cami mimarisinden ibaret değil elbette. “Dinî mimari” denildiğinde bir dünya ifade edilmekte aynı zamanda. Osmanlı geleneğine bakıldığında cami inşasının yanında bir kompleks tasavvurunun da mevcut olduğu görülmektedir. Camiyle beraber hazire, medrese ve içerisinde dârülkurra, dârülhadis, türbe ve son olarak tekke. Bütün bunlar, belli bir dünya görüşünün, bir rengin, eğitimin, belli bir fonksiyonun, bir kokunun insanlara sinmesi için inşa edilen mekânlar. Bir medeniyet algısının belli bir inancı ve duygusallığı insanlara vermek için ortaya koyduğu bu yapılar kompleksi, klasik dönemde planlı bir şekilde değil, hayatın akışına göre gerektiği yerde gerektiği kadarıyla inşa edilirdi. Çünkü planladığınız anda istikbali bir kalıba döküyorsunuz demektir ki mimarlığın da en zor tarafı bu belki. Yine aynı dönemde günümüzdekinin aksine camiler, namaz vakitleri haricinde kapısına kilit vurulan mekânlar değil, yirmi dört saat açık bulunan, ibadet haricinde müdavele-i efkâr, müsâferet, müşâvere yapılan, gerçek mânâda “yaşayan” mekânlar olduğu görülmektedir.“İslâm düşüncesi gayba imanı rasyonalize etmemeyi öneriyor bizlere” diyerek sözlerine devam eden Ökten, İslâm geleneğinin mimariye yönelik fonksiyonel etkilerine ve buradan hareketle ibadet, cemaat ve mekân algısıyla ilgili önemli noktalara değindi:Müşahhas dünyayla gaybı yakalamak mümkün değil, o sebepten bizde tecrid, soyutlama ve izole etme esastır. Mekânın ışıkla, sesle, cisimle ve şekille sizi buna hazırlaması lâzım. İslâm bir vahdet dini ve onun yanında bir cemaat dini de aynı zamanda. Cemaatle beraber yaşanan, icra edilen ruhsal deneyimin cemaatle beraber gerçekleştiği ruhsal ve bedensel bir seremoni. Mekân, bize bir cemaatin varlığını her zaman hatırlatacak; ancak yine aynı mekân, bize bu cemaatin içinde adeta büyük bir ırmağın içinde tek bir katre olduğumuzu da anımsatacak. Tek hedefe yönelme, yani bir mihraba yönelme, vahdeti hissetme, mekânın size sunduğu olanaklarla da doğrudan ilişkilidir. Kadim camilerden içeri girildiği zaman üç ayrı mekândan geçilir dış avlu, iç avlu ve harim. Her adımda dış dünyayla olan ilişkini kademeli olarak koparılarak ibadet için gerekli dinginliğe ulaşılır. Selçuklu camilerine bakıldığında ulu camilerde direkler olduğu görülür. Mekânı ve cemaati bölümlere ayıran bu direkler o dönemde yapısal bir gerekliliktir. Ancak kubbe bu yapısal gerekliliği ortadan kaldırmıştır. Bugün Selimiye’ye girildiğinde mekân bir bütün olarak algılanır. İşte bu, mimarî bir mükemmeliyettir.Ökten’e göre dikkat çekici bir başka husus, İslâm şehirlerinde caminin yeri ve silueti itibariyle şehre bir espri katmasıdır. Cami harimindeki bütün espriyse tezyinatta değil, mimarî öğelerin tenasübünde yatar. Tezyinat yalnızca işin makyajıdır, daha fazlası değil.Son olarak mimarî bir ürünün ortaya çıkmasında gerekli gördüğü süreci belirten Ökten, toplumsal mutabakat, kurucu iktidar ve kaynak ihtiyacının önemine değindi. Ökten’e göre bir mimarî eser toplumun, mahşeri ihtiyacın, mahşeri estetiğin aynasıdır. Medeniyetin özgün zamanlarında ortaya çıkan mimarî eserler o medeniyet tasavvurunun toplumsal mutabakatından sonra mekâna yansıyan izdüşümleridir. Bugün de durum ayniyet kesbetmiştir. Günümüzde “varoş camileri” diye nitelenen camiler yapılıyorsa bunun muhakkak bir sosyal tabanı var. Toplumsal mutabakatın ortaya koyduğu mahşeri bir irade, bunun hayata yansıması için bir kurucu iktidar ve bu iktidarın gerçekleşebilmesi için kaynak ihtiyacı. Bu üç unsur olmadan mimarî bir eser ortaya koymaya çalışmak sağlıklı sonuçlar doğurmamıştır.Yapılan restorasyonlarda eserlerin özüne sadık kalınıp kalınmadığına yönelik gelen bir soru üzerine Sadettin Ökten, eserlerin özüne sadık kalınmadığını ve bunda en önemli nedenin o dönemin ruhuna yabancılaşmak olduğunu ifade etti. Eserin komponentlerini bilmenin gerekliliğine vurguda bulunarak günümüzde restorasyon uygulamalarında işin ruhî yönünden çok maliyetine önem verilmesinden kaynaklanan ârazlara dikkat çekti. Ayrıca restorasyon sonrasında yapının kullanılabilirliğinin de önemli olduğunu, ihyâ edilip bir kenarda unutulan yapıların kullanılmadığı takdirde hebâ olduğunu belirtti. Restorasyonlarda her ne kadar öze sadık kalınmayışın olumsuzluklarına vurgu yapsa da restorasyon uygulamalarının gerekliliği üzerinde duran ve gelecek nesillere dair ümitvar söylemleriyle dikkat çeken Ökten, oldukça verimli geçen sunum süresince latif tavrıyla da dinleyenleri cezbetti.