Sivil Toplum, Hristiyanlık ve İslâm: Medeniyetler Çatışması mı, Çoklu Moderniteler mi? (Civil Society, Christianity and Islam: A Clash of Civilizations or Multiple Modernities?)
Küresel Araştırmalar Merkezi ve Medeniyet Araştırmaları Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği “Dîvân Toplantıları”nın Mayıs ayı konuğu, Boston Üniversitesi Kültür, Din ve Dünya Araştırmaları Merkezi (The Institute on Culture, Religion, and World Affairs – CURA) Direktörü Prof. Dr. Robert W. Hefner idi. Hefner’dan İslâm ve Hristiyanlık bağlamında modernleşme, sivil toplum ve demokrasi üzerine bir sunum dinledik. Uzmanlık alanı antropoloji olmakla birlikte karşılaştırmalı din sosyolojisi çalışmaları da yapan Hefner’ın ilgi alanında genelde Güneydoğu Asya, özelde ise Endonezya ve Malezya toplumları bulunuyor.Sunumuna, din ve modernleşmenin modern ulus-devletler üzerindeki şekillendirici etkisini anarak başlayan Hefner, İslâm coğrafyasının değişik yerlerindeki İslâmî yapılarda meydana gelen dinamizmin, din ve modernleşmenin bu şekillendirici etkisiyle ve bu iki olgunun da değişikliğe uğramasıyla bağlantısı olduğunu belirtti. Bir anekdot olarak Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” tezine değinen Hefner, bu tezin Amerikan siyasetindeki etkisinden ve İslâm algısında yaptığı değişiklikten bahsettikten sonra, artık Amerika’da da giderek reddedildiğini sözlerine ekledi.Konuşmasının “din ve modernleşme” ilişkisine ayırdığı bölümünde Hefner, uzunca bir dönem Batı siyasetinde önemli bir köşe taşı olan modernleşme teorisinin, toplumlar modernleştikçe dinin toplumsal hayattan çekileceği ve bireysel alanla sınırlanacağı öngörüsünün boşa çıktığına; dinî canlanmanın yalnızca İslâm Dünyasında değil, dünyanın pek çok yerinde farklı din mensupları arasında da yaşandığına vurgu yaptı. Bu bağlamda modernleşme teorisinin ve bu teorinin öngörüsü olan sekülerleşme varsayımının akademik dünyada yeniden düşünülmesi gerektiğine dikkat çekti. Nitekim “sosyoloji teorisyenleri Batı Avrupa’daki yanlış ülkeleri (Fransa gibi) model olarak aldıkları için bu sonuca vardılar; eğer bireylerin dinî yaşantılarında modernleşmenin oldukça olumlu bir etki yaptığı ABD model alınsaydı, mevcut teoriler daha farklı olurdu.”“Din ve sivil toplum”a dair anlatımına Alexis de Tocqueville’in 19. yüzyıl Amerikan toplumundaki gözlemlerine değinerek başlayan Hefner, bu dönemde dinin, sivil toplumun ve Amerikan demokrasisi ile piyasa ekonomisinin gelişimine katkıda bulunduğundan söz etti. Ancak Tocqueville’in gözleminin bu ülkedeki çoğunluğun diniyle sınırlı olduğunu; bırakın tüm dinleri, tek bir dinin çatısı altındaki farklı mezhepler arasında bile demokrasi, piyasa ekonomisi ve sivil toplum açısından ciddi farklılıklar bulunduğunu kaydetti. Buradan hareketle Hefner, farklı coğrafyalardaki İslâmî geleneklerin tâbi oldukları değişkenlere göre farklı alternatifler geliştirdiklerine ve din-demokrasi, din-sivil toplum arasındaki ilişki incelenirken bu noktanın göz önünde bulundurulması gerektiğine işaret etti.İslâmî canlanmanın siyasî, kültürel ve örgütlenme yönüyle dünya üzerindeki diğer dinî uyanış hareketleriyle kimi yönlerden benzeştiğini kimi yönlerdense ayrıştığını belirten Hefner, Türkiye’nin genel İslâmî canlanma sürecine bir istisna dahi olsa örnek gösterilebileceğini ve Türkiye’de –birçok Latin Amerika, Asya veya Afrika ülkesinde olduğu gibi– dinî canlanmanın, kırsal alanda yaşayan iki neslin şehirlere göçüyle ortaya çıkan sosyal otorite kaybına rağmen gerçekleştiğini belirtti. Nitekim belli dönemlerde dünyanın pek çok yerinde yaşanan kente göç dalgası, geleneksel sosyal otoritenin etkisinin azalmasına, hatta yok olmasına yol açarken, buna zıt olarak dinî canlanma ortaya çıktı.Hefner’a göre, kırdan kente göçün yol açtığı sosyal otorite kaybının bir sonucu da, ulusçu elitin Müslüman nüfusa yeni bir ahlâk anlayışı ve sosyalleşme modeli benimsetmeye çalışması. Ulusçuluk bu amaçla en ciddi şekilde ulusal eğitimi kullandı ve İslâm Dünyasında toplumsal dönüşüm bu yolla gerçekleştirilmeye çalışıldı. Ancak kitlesel eğitimin bireylere teknik beceriler kazandıracağı ve ulusal bir bütünleşme sağlayacağı varsayılırken, Müslümanların yazılı kaynaklar üzerinden dini öğrenme çabalarını ve dolayısıyla İslâm’a ilgiyi artırdı. Bu, İslâmî kültürün aktarımında okuma-yazmanın merkezî bir öneme sahip olmasıyla bağlantılıydı. Bu durumun dolaysız bir sonucu da fıkıh ve şeriat kavramlarına dair ciddi soruların sorulması ve fıkhî kavramların anlam ve kapsamlarının toplumun hafızasından yazılı kaynaklara geçişiydi. İslâm bu yolla Hristiyanlık’tan ayrıldı. İslâm’da Tanrı’nın buyruğunun ve Kur’an’ın merkezîliğinden ötürü metinsellik ciddi bir gelenek hâline geldi. Dolayısıyla okuryazarlığın yükselişiyle birlikte Müslümanlar arasında şeriatın anlamı konusunda cereyan eden tartışmalar, bazı çevrelerce İslâmî canlanmanın diğer dinlerdekinden farklı olarak algılanmasına yol açtı. Şeriatın bazı Müslüman çevrelerce “tamamlanmış bir kavram” olarak düşünülmesi ve bir bağlama oturtulması için herhangi bir çabaya gerek görülmemesi, İslâmî canlanmanın katı bir şeriat bilinci getirdiği ve bu tarz bir İslâm’ın bu çağın gereklilikleriyle uyum sağlayamayacağı düşüncesindeki Batı Dünyasında kaygı uyandırdı. Ancak mevcut sosyolojik gerçekler bundan farklıydı; şeriat, buna bağlı hukuk doktrinleri ve kamu ahlâkıyla ilgili soruların daha çok gündeme taşınması, Müslümanların İslâm’ı kaynaklarından okuyarak öğrenebilmesinden ötürü ortaya çıktı.Tüm bu ifadeler ışığında Hefner, İslâmî canlanma tecrübesinin dünya üzerindeki diğer canlanma hareketlerinden çok da farklı bir yol izlemediğini, gelecekte de küresel mânâda diğer canlanmalarla benzer bir yolu takip edeceğini belirtti.