Princeton Postası
Önceki nüshadan mabad
Efendim, bidatlerden pek hazzetmemekle beraber bazen bilerek/bilmeyerek eski köye yeni adetler getirmiyor değilim. Vakıa BSV Bülten’in evvelki nüshasının bu sütununları için karaladığım satırların sonundaki “mabadi var” ifadesi de bu nevi bidatlerden birisiydi. Haşa! Tefrikaların neşrine karşı değiliz ama bizden tefrika kıvamında bir “mabad” bekliyorsanız nafile. Şimdiden çevirin sayfayı. Haddizatında kanaatim odur ki, ceride idarecilerinin böyle bir bidate müsamaha göstermelerinin gaye-i aslisi bir tefrika neşrinden ziyade bu mübtedi müellifin eli ayağı düzgün bir yazı yazmasını temin için bir cemile yapmak, sureta tefrika gibi gözükse de esasen geçen yazının kazasına imkan vermek. Yoksa koca kıtanın ufak bir kasabasına ne diye iki sayı ayrılsın değil mi? Var olsunlar, eksik olmasınlar…
İmdi azizim Amerika kıtasında geçirdiğim 9 ay 10 günün birkaç gününü saymazsak Princeton’dan dışarı çıkmışlığım yoktur. Halimdeki bu sebatın bir sebebi benim miskinliğimse bir diğer ve belki daha mühim sebebi de Princeton’un Amerika deyince aklınıza gelebilecek müsbet/menfi pek çok şeyden de uzak olmasıdır. Önceki yazıdan hatırlayacaksınız Princeton dediğiniz yer bizim Bayburt gibi yegane büyük caddesi olan, benzer şekilde az bir nüfusa sahip bir şehir (Tabi Bayburt’tan farklı olarak bu şehrin yarısı yüksek öğretim kurumlarından ve yarıdan fazlası yeşil alandan oluşuyor). Diğer taraftan,-bilmem sizin için de bir ferahlık unsuru mudur ama- Princeton merkezinde, Starbucks’ın İstanbul şubelerine göre kahvehaneye çalan bir şubesi, modacı Ralph Lauren’in ve saatçi Hamilton’un birer şubeleri dışında küresel hiçbir marka yer almıyor. Kasabadaki iki salonlu tek sinemanın Holywood ile irtibatı pek kavî değil. Aliyyülâla… Hal böyle iken Princeton elbette içinden çıkılmaz, ders çalışmaktan gayrı salih amel işlenmez bir hüviyet arzedecektir. Bir açıdan gavur memleketi değilmiş gibi. Memleketten çıkılmamış gibi. Madem memleket dedik, memleket havasına devam edip, Princeton’dan çıktığım çok az günlerin birisinde bir arkadaşımın ısrar ve gayreti ile gittiğim New York’ta Chestnut Ridge Road üzerindeki Jarrahi Mosque’den bahsedelim. Jarrahi Mosque işin Frenkçesi tabi, esasen burası Pir Nurettin Cerrahi sâliklerinin New York’taki ibadetgahları yahut dergahları. Ufak denebilecek bir minaresi ile ahşap bir bina. Semahanesi, sohbethanesi, mutfağı ve diğer müştemilatı ile birlikte Türkiye ve Ortadoğu dışında benzerlerine tesadüf edilebilmesi zor bir mekân. Fakat mekânın memleket havasına ruhu mimari yapısından ziyade tezyinatından kaynaklanıyor. Gerek semahane gerekse sohbethanenin kilimleri ve duvarlarındaki levhaların bolluğu insana bir an için İstanbul havası aldırmaya yetiyor. Herhalde bu durumda merkezin ve cemaatin lideri sanat tarihi profesörü Tosun Bayrak’ın (nam-ı diğer Tosun Baba’nın) da hayli etkisi olsa gerek. Levha deyip geçmeyiniz efendim, farkında olsun ya da olmasın bu topraklarda/Anadolu’da yaşayan birisi için üzerlerinden gah bir kelime gah bir çok satırlar bulunan bu hat levhaları dinî bir mekanın mütemmim cüzüdür. Bunu idrak etmek için dört duvarı boş yahut estetik açıdan beş para etmez tablolarla doldurulmuş mekânlarla muhatap olmak lazımki burada onlardan yığınla var. Bundan dolayıdırki bir anda karşınıza çıkan Ah Mine’l-Aşk, Ah Teslimiyet, Edeb Yâ Hû, Le Feta illâ Ali, La Seyfe illâ Zülfikâr nevinden levhalar sizi bir anda alır İstanbul’a götürür. İşte bu yüzden bu küçücük bina bence Türkiye’ye en yakın yerdir. Elbette Amerika’nın altını üstüne getirmemiş birisi olarak yaptığım bu tesbite ihtiyatla yaklaşılması gerektiğini düşünebilirsiniz, ki haklısınız da… Oysa bırakın Amerika’yı New Jersey – New York sınırında olmakla beraber New Jersey’de yer alan Paterson’u da görmüşlüğüm yok. Paterson deyip geçmeyin, burası sadece New Jersey’in en büyük şehirlerinden birisi değil; aynı zamanda en yoğun Türk nüfusun yaşadığı bölgelerden de biri. Rivayet o ki, Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bu bölgede Türk hanımlar kiminin elinde tığ, kiminin elinde süpürge, kiminin elinde çekirdek evlerinin önünde oturur bol dedikodulu sohbetler ederlermiş. Ayrıca yığınla Türk bakkalı, marketi, lokantası vs. de bu sokaklarda arz-ı endam edermiş. Helal gıda arayanların uğrak yerlerinden. Üstelik burada Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir de Ulu Cami varmış. New York’a yakınlığının yanı sıra, New York’a nisbetle vergilerin düşük olması ve New York’un aksine New Jersey’de benzincide pompacı olarak çalışma imkanının bulunması Türk vatandaşların burada yoğunlaşmalarının başlıca sebepleri arasında olsa gerek. Velhasıl gidemediğimiz bir yer.
Memleket havaları eşliğinde tekrar Princeton’a dönelim. Princeton’daki bir dükkandan daha bahsetmem lazım. Olur a, bir gün vaktiniz ve ruhunuz daralmıştır da canınız Türk mutfağı çekmiştir. İşte o vakitlerde Nassau Street’in hemen altındaki Olives’e uğramakta fayda var. Hayır hayır, Türk mutfağı değil burası, ama pek uzağında da sayılmaz: Yunan mutfağı (haydi ittihad-ı matbah yapıp Osmanlı mutfağı diyelim). Restoran sahibinin Türklere karşı muhabbetle yaklaştığını ve en azından mübadele üzerine de olsa sohbet etmeye çalıştığını ekleyeyim. Bu kadar memleket havası yeter. Peki, bu Princeton’da ders çalışmaktan gayrı yapacak iş yok mudur? Vardır ey okuyucu. Eğer bir bisikletin varsa -ki oraya gidince mecburen edineceksin bir tane, zira belediye otobüsü varla yok arasında taksi ise çok pahalı- Delaware and Raritan (D&R) Canal State Park; orman içerisinde geniş ve durgun bir kanal yanında 40 millik bir bisiklet parkuru emrine amade. Bisikletin yoksa da dert değil. Koşarsın, yürürsün hatta kanoya da binersin. Yanında bir de olta varsa bütün günü ders çalışmadan geçirmemek işten değil. Hem şarap içeyim hem başım dönmesin makamındaysan ve dahi hem ders çalışmayayım hem de yorulmayayım dersen eğer, havuzundan voleybol sahasına kampüsteki koca gym seni bekliyor. Kapalı mekanda duramam dersen tenis kortları, halı&çim sahalar arkadaşlarına ve sana intizar ediyor. Al topunu, frizbini vur kendini çayırlara. Yok eğer yine hem yorulmayayım hem de ders çalışmayayım dersen yolun yine kütüphaneye düşecek. Eğer Art Library’de isen içerisinde Türkiye’den de epeyce mozaik ve antik parçaların bulunduğu müzeyi gezecek, East Pyne’de isen filmlerden bir film seçip onu izleyecek, Lewis Library’de isen çalışma odalarından birine girip televizyon izleyecek, Firestone Library’de isen giriş katta Nassau Street’e bakan odaya girip yeni gelen kitaplara şöylece bir göz attıktan sonra boş bulduğun kanepeye uzanıp biraz uyuyacaksın. Biraz uyuyacaksın, zira uyanmanı bekleyen bir sürü insan olacak. Hatta bir kısmı “bilmiyor musun ben hep bu saatte uyurum burada” diyip sitem de edecek. Varsın etsin, dert değil. Bir de aziz okuyucu bura kütüphanelerinde sessiz konuşmak adeti yok. Başka bir ifade ile sesli konuşmak caiz. Hele ana kütüphane olan Firestone’de adetten diyeceğim neredeyse. Uykuda değilsen, ders de çalışmıyorsan rastladığın arkadaşlarınla uzun uzun konuşabilirsin. Burada yadırganmayan tek şey sesli konuşmak da değil. Ben diyeyim postmodernite siz deyin bireycilik, yalın ayak baş kabak dolaşmak da caiz. Kimse “aaa şuna bak demez” yahut yetkili bir abi gelip “bilader sandalyeye düzgün otur, ayakkabılarını da geçir ayağına” demez. İşte böyle aziz okuyucu. Bilmem sizi ikna edebildim mi Princeton’unda içinden çıkılmaz ve dahi her daim ders çalışılmak dışında pek çok yapılacak şey olduğuna. Herhalde edemedim. Varsın olsun. Demiş ya “ben ol da bil”, gitmek kalmak lazım…
Son olarak; geçen yazının dipnotlarından birisinde Princeton’daki Türk öğrencilerin ayrı bir yazı mevzuu teşkil ettiğinden dem vurmuş teferruata girmemiştik. Sükunetimiz bu yazıda da devam etti. Her ne kadar yazdıysak da şimdilik gayrımatbu asarımız arasında vakt-i merhunu beklemekteler.
Mabadi yok.