“Arap Baharı ve Türk Seçimleri”nin Ardından Ortadoğu’nun Geleceği (The Future of the Middle East in the Aftermath of “the Arab Spring and the Turkish Elections”)

Paylaş:

Küresel Araştırmalar Merkezi’nin, Kahire Üniversitesi bünyesindeki Medeniyet Araştırmaları ve Kültürlerarası Diyalog Merkezi işbirliğiyle düzenlediği uluslararası sempozyumda “Arap Baharı”nın ve Türkiye’de 12 Haziran’da yapılan genel seçimlerin ardından Ortadoğu’nun geleceği tartışıldı. Gerek “Arap Baharı”nın “devrim”e ilk elden tanıklık eden Mısırlı akademisyenlerce değerlendirilmesi, gerekse bu sürecin Türk dış politikası ve ekonomisine muhtemel etkilerine Türk akademisyenlerce değinilmesi bakımından özellikle önem taşıyan bu ufuk açıcı sempozyum, 4-9 Temmuz tarihlerinde Bilim ve Sanat Vakfı’nda yapılan “Ortadoğu” konulu “Yaz Programı”nı da tamamlayıcı mahiyetteydi.

Kahire Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Nadia Mostafa, uluslararası sistemin Arap devrimlerine etkisini konu alan tebliğinde, öncelikle bu konudaki iki temel bakış açısını aktardı: (i)Arap devrimleri tamamen dış güçlerin bir komplosudur. (ii)Tunus ve Mısır’da devrimin patlak vermesi ve gidişatı uluslararası sistem açısından tam bir sürprizdi; ancak müteakip süreçte büyük güçler mevcut devrimleri sınırlandırmak ve muhtemel devrimlerle baş edebilmek üzere gerekli hazırlıkları yaptılar… Nadia Mostafa, komplo ve dış müdahale iddialarının bölgenin tarihini hiç bilmemekten kaynaklandığını vurguladı; mevcut devrimlerin, Arap halklarının haksızlıklara, eşitsizliklere ve despotizme karşı duruşunun doğal bir sonucu olduğunu belirtti. “Bütün bu süreçte aslolan iç dinamikler; ancak mevcut uluslararası sistemin Arap devrimleri üzerindeki etkisini ve olumsuz yöndeki müdahalesini inkâr edemeyiz” dedi ve ekledi: “Mehmet Ali Paşa döneminden bu yana iki yüzyıldır bölgedeki bütün devrimlerin kaderini uluslararası sistem etkiledi. Batılı güçler, sistem üzerindeki hegemonyalarını korumak üzere devrimleri ya sınırlandırdı ya da etkisizleştirdi.”

Nadia Mostafa sistem analizi çerçevesinde bütün bu süreci ele alırken, devrimlere ilişkin mevcut literatürü de değerlendirdi ve “Arap halklarının devrimi”nin geleneksel devrimlerden farklarına değindi. Küresel ve bölgesel uluslararası sistem açısından mevcut süreci değerlendirmesinde dikkat çekici hususlar şunlardı: Batı, yaşananları devrim olarak kabul etmiyor; “ayaklanma”, “değişim”, “revoform” vs. diyor. Mısır ve Tunus’ta yaşanan devrimi, reform söylemiyle sınırlandırmaya ve malî yardımlar için çeşitli önkoşullar ileri sürerek rejimlerin karakterini etkilemeye çalışıyor. İslâmcı güçlere karşı da liberalleri destekliyor. Ayrıca bölgeyi alt-bölgelere ayırarak ele alıyor. Bahreyn’de İran’ın nüfuzuna karşı Körfez ülkelerinin askerî müdahalesini destekleyerek devrimi bastırmaya, Yemen’de “radikal İslâm” tehdidine karşı mevcut lideri değiştirip rejimi aynen sürdürmeye çalışıyor. Libya’da sivillere yönelik katliamı önleme bahanesiyle ve maalesef Libyalıların da talebiyle askerî müdahaleye girişirken; Suriye’de Esad rejimine yönelik baskılarını giderek artırsa da, Lübnan ve İran bağlantısından dolayı, askerî müdahaleyi düşünmüyor. Bu farklı uygulamalar, Batı’nın insan haklarına saygı ve özgürlük sloganının bölgedeki çıkarlarını koruma karşısındaki konumunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Son olarak Nadia Mostafa, Ortadoğu’daki devrim sürecinin kaderini, her ülkenin kendi içindeki gelişmelerin belirleyeceğini, öte yandan –komplo teorilerine düşmeden– uluslararası sistemin rolünü de yadsımamak gerektiğini söyledi. Bir soru üzerine, “Mısır’daki devrimin başarısında ordunun davranışı belirleyiciydi. Ancak ordunun devrimin ideallerini ne ölçüde sürdüreceği şüpheli. Unutmamak gerekir ki bu, Mübarek’in şekillendirdiği bir ordu ve ayrıca ABD ile Mısır ordusunun yakın ilişkisi ortada” diyerek önemli bir boyuta dikkat çekti.

Filistin asıllı Fas vatandaşı olan siyaset bilimi profesörü ve Kudüs’e Destek Kongresi Genel Sekreteri Said El Hasan, Ortadoğu’da meydana gelen yeni değişkenler ışığında Kudüs’ün geleceği üzerine bir konuşma yaptı. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesinin herhangi bir somut başarı elde edemeden yolun sonuna geldiği bir dönemde, Arap coğrafyasındaki hareketlenmelerden alınan ilhamla ve güç dengelerindeki değişimleri dikkate alarak yeni bir yaklaşımdan, yeni bir mücadele yönteminden bahsetti:Nusrah(destek, dayanışma). Bu, Kudüs’ü ve Filistin’i destekleyen dünyadaki herkesi harekete geçirecek bir mücadele kimliği. Bir yandan Filistin kurtuluş mücadelesinin ahlâkî temellerini ve meşruiyetini ortaya koyan, öte yandan İsrail’i gayrimeşrulaştıran ve gerek siyasî gerekse hukukî açıdan uluslararası düzeyde ırkçı Siyonistlerin suçlarını ifşa etmeyi amaçlayan bir yaklaşım. Said El Hasan bu çerçevede neler yapacaklarını anlatarak yeni projelerini tanıtmış oldu.

İlk oturumun son konuşmacısı İstanbul Şehir Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Hasan Kösebalaban, Arap coğrafyasında yaşanan gelişmelerin Ortadoğu’daki güç dengelerine etkisini ele aldı. Öncelikle bölge ülkelerini beş gruba ayırdı: (i)Batı destekli İsrail, (ii)İran, (iii)Türkiye, (iv)İran etkisindeki Arap ülkeleri, (v)İran etkisine karşı çıkan Arap ülkeleri. İran’ın 2003’teki Irak Savaşı’ndan bu yana bölgede artan etkisinden bahseden Kösebalaban, özellikle Şii nüfusa sahip Körfez ülkelerinin, İran’ın nüfuz alanının Irak, Suriye ve Lübnan üzerinden Akdeniz’e kadar ulaşmasını varoluşsal bir tehdit olarak algıladıklarına dikkat çekti.

Arap Baharı ile birlikte bölgedeki güç dengelerinde yaşanan ve yaşanması muhtemel değişimler hakkında özetle şunları söyledi: Arap Baharı’nın en önemli etkisi Mısır’da yaşanan değişim; zira Mübarek rejiminin değişmesiyle birlikte “Büyük Mısır” uluslararası arenaya geri dönüyor. Özellikle İsrail bundan çok endişeli; çünkü Mısır’ın demokratikleşmesi ile birlikte Batı’da yaygın “İsrail, Ortadoğu’nun tek demokratik devletidir” şeklindeki “ahlâkî” argüman zayıflıyor ve bu sebeple aldığı kayıtsız-şartsız desteği kaybediyor. Yine Mısır’ın İran ile ilişkilerini geliştirmeye başlaması Körfez ülkelerinde rahatsızlığa yol açıyor. Irak Savaşı’nın gerçek galibi İran’ın bu süreçten ne ölçüde kazançlı çıkacağı ise şimdilik müphem. Zira devrimler, içeride rejimin demokratikleşmesi talebiyle İranlı gençleri harekete geçirebileceği gibi, bölgede de Esad rejiminin devrilmesi hâlinde İran, müttefiki Suriye’yi kaybedebilir, ama buna karşılık Bahreyn’i kazanabilir. Bahreyn’in Arap-Sünni ekseninden İran eksenine kayışı ise petrol bölgelerinde Şii nüfusu barındıran Suudi Arabistan’ı ve diğer Körfez ülkelerini etkiler. Doğal kaynaklar açısından bağımlı bir ülke olan Türkiye ise, kısa vadede özellikle ticarî açıdan kaybeden gibi gözükse de uzun vadede bu sürecin asıl kazananı olabilir. Zira Türkiye’nin bölgeye yönelik elindeki güç unsurları, tarihî kimliğinin yanı sıra demokrasisi ile iktisadî kalkınması, ki bu hâliyle bölgedeki pek çok siyasî harekete ilham kaynağı oluyor. Arap sokaklarındaki yumuşak gücünü İran kaybederken, Türkiye artırıyor.

Kösebalaban, geleceğe yönelik bu kayda değer öngörülerinin ardından önemli bir noktaya işaret ederek sözlerini tamamladı: “Türkiye’nin kısa vadedeki kayıplarına bakıp komplo teorileriyle düşünmemeliyiz; olaylarda dış parmak aramak yerine bu sürecin niye bu kadar geciktiğini sorgulamalıyız.”

İkinci oturumun ilk konuşmacı olan Medeniyet Araştırmaları ve Kültürlerarası Diyalog Merkezi Başkanı Prof. Dr. Pakynam Elsharkawy, önce mevcut değişim modelini bölgedeki tarihsel örnekleriyle karşılaştırdı; ardından Türkiye’nin ve Arap Dünyası’nın tecrübelerinden hareketle iki tarafın değişim modellerini aktörler ve ilişkiler düzeyinde inceledi; son olarak da önümüzdeki sürece ilişkin muhtemel meydan okumaları sıraladı.

Elsharkawy, herhangi bir değişim modeli için uygulanabilecek üç kriterden bahsetti: (i)Değişimin niteliği: devrimsel mi evrimsel mi (reform)? (ii)Değişimin türü: Alttan (halk) mı üstten (elit) mi? (iii)Değişimin metodu: Barışçı mı çatışmacı mı? Bu kriterler çerçevesinde son süreci, geçmiş Arap devrimleriyle mukayese ederek şu sonuca ulaştı: (i)Devrim modelinde melezlik söz konusu; yani halk menşeli devrimci dalga karşısında, yeni siyasî elit veya ordu kanadı uzlaşmacı-reformcu çizgide. (ii)Değişim baskısı aşağıdan, yani Arap sokaklarından gelmekte. (iii)Barışçı yöntemlerle değişimin daha etkin ve etkili olduğu artık anlaşılmış durumda.

Ardından, “Değişim sürecinde geçiş dönemi daha henüz başlayan Arapların aksine Türkiye, demokrasisini pekiştirme sürecinde; aşağıdan gelen talepler doğrultusunda ve seküler devlet yapısıyla ilişki içinde reformist bir değişim modeli sunuyor. Değişimin melez karakteri açısından benzeşseler de aktörler ve değişimin boyutu ile hızı açısından farklılaşıyorlar” diyerek Türkiye ve Arap Dünyası’ndaki değişim modellerini şu şekilde kıyasladı:

Aktörler düzeyi: Türkiye’de karizmatik ve klasik liderler söz konusu; Arap Dünyası’nda ise yepyeni bir örgütlenme ve liderlik şekli ortaya çıktı: meydan. Meydanlarda devasa kalabalıkları yönlendiren belirli bir lider yok. Türkiye’deki çok aktif siyasî partiler modeline karşın Arap Dünyası’nda zayıf ve eski sistemin parçası siyasî partiler söz konusu. Arap Dünyası’nda çok çeşitli İslâmî aktörler olsa da bunlar hep devletin baskısı altında kaldıklarından pek çok problemle karşı karşıyalar; Türkiye’dekiler ise başlarına aksilikler gelse de her defasında siyasî alana geri dönebildikleri için tecrübeliler. Arap Dünyası’nda, zannedildiği gibi fakir ve marjinal kesim değil, üst orta ve orta sınıf devrimi başlattı. Zaten bu devrim, klasik devrimlerin aksine iktisadî temelli değil, onur ve özgürlük devrimi.

İlişkiler düzeyi: Araplar uzun seneler aşırı otoriteryen bir mirasla karşı karşıya kaldılar; Türklerin ise demokrasi tecrübesi var. Türkiye’de sivillerin askeriyeyi kontrol etmeye çalıştığı bir dönemde, Mısır ve Tunus’ta askeriyeye yeni bir rol biçme arayışı var ve ordu, halk devrimlerinin gidişatında belirleyici rolde. Türkiye’de farklı ideolojik projeler, vizyonlar zamanla gelişerek reformcu hareketi yönlendirirken, Arap Dünyası’nda devrimcilerin net bir ideolojik projeleri yok, alandaki hareketler fikirleri yönlendiriyor. Türkiye’de iktisadî başarılar demokratikleşmenin önünü açarken, Arap Dünyası’nda kötüleşen ekonomik şartlar siyasî talepleri tetikledi. Türkiye’deki reform sürecinde göç ve şehirleşme etkili iken, Arap Dünyası’nda çevre büyük şehirlerden çok daha fazla devrimci.

Gerek Arap Dünyası’ndaki devrimler, gerekse Türkiye’deki değişim süreci bağlamında Ortadoğu kritik bir dönemden geçerken Elsharkawy muhtemel meydan okumaları da sıraladı: Arap Dünyası’nda statüko, hâlâ mevcut olup iç ve dış güçlere karşı mücadeleyi sürdürüyor. Gelecekte takip edilecek yol konusunda hâlâ uzlaşılabilmiş değil, hatta devletin kimliği konusunda bile ciddi bir mücadele sürüyor. Devrimciler sokaklarda, ama hâlâ yönetimde değil. Türkiye’de ise Kürt meselesi hâlâ çözülebilmiş değil. Başat parti hâline gelen iktidardaki AK Parti’nin önümüzdeki senelerde demokratikleşme sürecini nasıl yürüteceği de önemli bir konu…

Soru-cevap faslında ise Elsharkawy, Arap coğrafyasındaki bütün devrimlerin ne İslâmî ne de seküler, fakat millî bir karakteri olduğuna dikkat çekti ve ekledi: “İslâmcılar ile seküler kesimin aralarındaki farklılıkları nasıl kapatacakları önemli; bunu başarırlarsa daha yumuşak bir demokratikleşme süreci yaşanabilir.”

İstanbul Ticaret Üniversite’sinden Yrd. Doç. Dr. Mesut Özcan, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik “iktisadî karşılıklı bağımlılık” ilkesi çerçevesinde gelişen dış politika angajmanı, buna karşı Arap Baharı’nın ardından ortaya çıkan özellikle Libya ve Suriye kaynaklı meydan okumalar ve genel seçimlerin dış politikaya yansımaları üzerine bir konuşma yaptı. Türkiye’nin son senelerde gerek bölgesel, gerekse uluslararası platformlarda hep değişimi desteklediğini hatırlatan Özcan, ancak bunun Büyük Ortadoğu Projesi gibi yukarıdan dayatılan değil, bölge halklarının talepleri doğrultusunda aşağıdan gelen ve ayrıca devrimsel değil, evrimsel bir değişim olduğunu vurguladı. Bu çerçevede Türkiye’nin Mısır ve Tunus’ta halkın değişim talebini hemen desteklerken, karşılıklı bağımlılığın çok daha fazla olduğu Libya ve özellikle Suriye’de ise barışçıl mekanizmalarla daha yumuşak ve tedrici bir değişimi desteklediğini, ancak halkın talepleri doğrultusunda reformların gerçekleşmemesi üzerine rejimlerle arasına mesafe koyduğunu anlattı.

Özcan Ortadoğu’daki gelişmelerin seçim kampanyasına da yansıdığına ve ilk defa son seçimlerde dış politikanın, hem iktidar partisi tarafından bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığına hem de bu alandaki başarıların halkın oy verme gerekçelerinden biri olduğuna değindi. Siyasî parti programlarında dış politikaya ilişkin benzer şeyler yazsa da özellikle ana muhalefet partisi CHP’nin programında Ortadoğu ve İslâm ülkeleri ile ilişkiler geliştirilirken rejimin laik karakterini zedelememe vurgusuna ve bu bağlamda son yıllarda kimi çevrelerin “dış politikanın Ortadoğululaşması”ndan duydukları endişeye dikkat çekti. Son olarak Özcan, Arap Baharı’nın ardından kısa vadede özellikle iktisadî kayıplardan dolayı birtakım problemler yaşanabileceği, ancak uzun vadede yeni demokratik aktörlerin ortaya çıkışıyla birlikte Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ikili ilişkilerinin daha da gelişeceği öngörüsünde bulundu.

 

 

 

 

 

 

 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir