Balkan Tarihi Konuşmaları
Bilim ve Sanat Vakfı Türkiye Araştırmaları Merkezi’nin uzun yıllardan beri ilgi alanında bulunan ve hakkında defalarca programlar/seminerler düzenlediği Balkan tarihi programları Eylül-Aralık ayları arasında yeni bir boyut kazandı. Bu tarihler arasında Bilim ve Sanat Vakfı ve Yurt Dışı Türkler Daire Başkanlığı ortaklığıyla gerçekleştirilen “Türkiye ve Balkanlar Arası İlmî Münasebetlerin Güçlendirilmesi” başlıklı proje kapsamında düzenlenen bir dizi programın konukları, tamamıyla Balkan ülkelerinden gelen akademisyen ve entelektüellerden oluşmaktaydı. Proje, bir yandan Balkan tarihi araştırmalarının temel meseleleri, kaynakları, Balkan tarih yazımında Osmanlı imgesi gibi konuları Balkanlardaki araştırmacılarla tartışmayı, bir yandan da Türkiye ve Balkan akademisyenleri arasındaki bilgi alışverişinin geliştirilmesini amaçlıyor. Bu çerçevede Türkiye Araştırmaları Merkezi Eylül-Aralık ayları arasında iletişim, ilahiyat, tarih gibi muhtelif disiplinlerdeki akademisyenleri ağırladı.
On program olarak kurgulanan seri toplantıların 11 Eylül 2015’te gerçekleştirilen ilkinde Kosova Priştine Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi dekanı Milazim Kraşniqi, “Arnavut Coğrafyasında Osmanlı Dönemi Kültür İzleri” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Kraşniqi’nin sunumunun merkezinde Osmanlı’nın Arnavutluk’taki meşruiyeti problemi,daha özelde ise Osmanlı’nın Arnavutları zorla müslümanlaştırıp müslümanlaştırmadığı problemi vardı. Kraşniqi, gerek birincil kaynakların gerek yurt dışında yapılan ciddi akademik çalışmaların bu problemi ortadan kaldıracak veriler içerdiğini ancak birkaç nedenden dolayı bununzor olduğunu belirtti. Bu nedenlerden biri, 1912’de Arnavutların Osmanlı’dan ayrılması ve buna bağlı olarak Osmanlıyı ötekileştiren, silmeye çalışan Sırp tarih anlayışının hâkimiyeti altında şekillenen milliyetçi bir tarih yazımının gelişmiş olması; diğeri ise II. Dünya Savaşı sonrasında bölgeyi hâkimiyeti altına alan Marksist görüşlerin etkisidir. Arnavutların Osmanlı hâkimiyetini zorla kabul etmediklerini konuşmasında çok kere belirten Kraşniqi, mevcut hatalı algıların bertaraf edilmesi için Arnavutluk tarihinin birincil kaynaklarla ve Osmanlı arşivlerini ihmal etmeden yeniden yazılması gerektiğinin altını çizdi.Sunumunun sonunda ülkenin AB üyeliği sürecinin nefret söyleminin, öteki algısının ve tek taraflı bakış açısının değişmesinde etkili olabileceğini düşündüğünü ifade etti.
İşkodra müftüsü Muhamed Sytari’nin konuk olduğu “İşkodra Medreseleri ve Alimleri” başlıklı ikinci toplantı ise 28 Eylül 2015 tarihinde gerçekleştirildi. Sytari, kendi müşahede ve tecrübelerinden hareketle, Arnavutluk’taki ilim geleneği hakkında ülkenin önde gelenilim adamlarını merkeze aldığı bir konuşma sundu. Temelde sunum “Arnavutluk’ta bir ilim geleneğinden bahsedilebilir mi? Arnavutluk ulemasının 20. yüzyıldaki serencamı nasıldı? Osmanlı’nın Arnavutluk politikaları bir asimilasyon içeriyor muydu?” gibi sorulara cevaplar aranarak şekillendi. Sytari,ilmiye sınıfının kişiyi Hz. Muhammed’e kadar uzanan bir ulema silsilesine bağlayan ‘icazet’ geleneği üzerinden teşekkül etmesinin çok önemli olduğuna vurgu yaptı ve bu geleneğin bölgedeki önemli temsilcilerinden bahsetti. Bu bağlamda önemli bir ilmiye geleneğine sahip olan, tamamiyle klasik usûlde medrese tahsil ve tedrisine devam edilen Arnavutluk’ta Osmanlı ile beraber İslam’ın da ötekileştirildiğini ve hedef alındığını belirtti. Arnavutluk ulemasının hem bizzat şahsiyetleri ve eserleri ile hem de sahip oldukları kütüphaneler aracılığı ile tarih, din ve geleneğin yaşamasında çok önemli bir fonksiyon üstlendiğini belirten Sytari, bu sebeple 40’lı yıllardan itibaren din, tarih ve geleneğin tasfiye edilmesi sürecinde ulema sınıfının öncelikli hedef hâline geldiğini söyledi. Ulema sınıfının maddi ve manevi ciddi saldırılara maruz kaldığını, jurnallendiklerini, cami ve medreselerinin tahrib edildiğini ve nihayet kütüphanelerinin yakıldığını örnekleriyle (Yusuf Tabaku, Davut Boriçi, Hafız Ali Karay gibi) birlikte anlattı. Esasen 1912’de başlayan ve 1940’lardan itibaren ivmesini arttıran bu tahripkâr sürecin zirveye çıktığı dönem ise İslam ve din adına hemen her şeyin yasak olduğu 1967-1990 arası. Kasım 1990’da İslam’ı yasaklayan kanunun ilgası ise geleneksel medrese tedrisatının ve dinî hayatın canlanması açısından yeni bir dönüm noktasına tekabül ediyor. Bütün bu eylemlerin söylemsel altyapısının Osmanlı’nın gerek din gerekse dil üzerinden Arnavutları sömürgeleştirdiği istikametinde bir önkabule dayalı olarak kurulduğunu belirten Sytari; bunun aslında hiç doğru olmadığını, Osmanlı döneminde bölgede Arnavut dilinde basılan kitaplar ve Arnavutça’ya dair (sözlük, alfabe vs.) kitaplarınbu tezi çürüttüğünü söyledi. Fakat dini ‘çöp’ ve ‘yabancı’ sayan aşırı milliyetçi bakış açısının bunu görmezden geldiğinin altını çizerek konuşmasını tamamladı.
Balkan Tarih Konuşmaları kapsamında 10 Ekim 2015’te “Makedonya-Arnavut Tarih Yazıcılığı ve Tarih Kitaplarında Osmanlı İmgesi” başlığı altında gerçekleştirilen programın konuşmacısı Saints Cyril and Methodius Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Besnik Emini idi. Emini konuşmasında Makedonya eğitim sisteminden ve bu sistemin tarih eğitimi çerçevesinde ön plana çıkan özelliklerinden bahsetti. Her şeyden önce bölge toplumlarının Osmanlı sonrasında çok farklı siyasi organizasyonlar altında yaşamak durumunda kalmalarının toplumsal hafızada ciddi ve telafisi zor hasarlar verdiğini, bunun daima hatırda tutulmasını gerektiğini söyleyerek sunumuna başladı. Makedonya’da ilk, orta ve lise eğitiminin zorunlu olduğunu ve Makedonca, Arnavutça ve Türkçe olarak üç dilde eğitim alma imkânı bulunduğunu ancak en başta belirttiği hususun da etkisiyle müfredatın sürekli değiştiğini ifade etti. Kuşkusuz sıkça yaşanan müfredat değişikliğinde rol oynayan önemli bir faktör de son yıllara kadar derslerde okutulacak kitaplara dair herhangi bir standardın bulunmamasıdır. Üç yıldır tarih kitaplarının devlet tarafından hazırlanmasının bu anlamda -tek taraflı bir bakış açısı sunmakla beraber- sağlıklı bir gelişme sayıldığını belirten Emini’ye göre, mevcut durum hâlâ bir takım problemlerle malûl. Bunların başında Makedonca ve Arnavutça dillerinde basılan tarih kitaplarının bazı noktalarda farklı perspektiflere sahip olması gelmektedir. Buna göre Makedonca kitaplar Osmanlı’yı ‘işgalci’diye tanıtmakta, Makedonları da dinlerine/Hristiyanlığa bağlı ve bu bağlılıkları ölçüsünde ‘direnişçi’ şeklinde resmetmektedir. Ders kitaplarındaki devşirme sistemi, Yeniçerilik gibi konular Sırp romancı Ivo Andriç’in romanlarından hareketle yazılmaktadır. Öte yandan Arnavutça yazılan tarih ders kitaplarında ise Arnavutların İslam’ı kendi istekleri ile seçtikleri belirtilmekle beraber, bu kitaplar daha çok İskender Bey figürü üzerine kurulu milliyetçi bir tavra sahiptirler. Tarih ders müfredatının güncel gelişmelerden etkilendiğini söyleyen Emini, bunun en bariz örneklerinden birinin son yıllarda Türkiye’de yayınlanan ve bölgede de yakından takip edilen tarihi diziler olduğunu söyledi. Bu dizilerin etkisiyle Hürrem Sultan karakterinin ders kitaplarında yer bulduğunu belirten Besnik Emini; tarihe tek bir gerçekliği esas alarak bakılamayacağını, her bir bakış açısının kaçınılmaz biçimde farklı gerçeklik algılarına barındıracağını, ancak birincil kaynaklardan yararlanılarak yapılacak çalışmalarla tarihin sağlıklı bir zemine oturtulabileceğini hatırlatarak sunumunu tamamladı.
Türkiye Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen Balkan Konuşmaları serisinin bir başka oturumunda, 24 Ekim 2015’te, Saraybosna Şarkiyat Enstitüsü’nde araştırmalarını sürdüren tarihçi Aladin Husiç ile “Sosyalizm Dönemi Bosna Hersek’te Tarih Yazıcılığı” üzerine konuştuk. Husiç, sunumunda özellikle Bosna Hersek tarih yazıcılığının teşekkül devresine ağırlık verdi. Aladin Husiç sunumuna Bosna Hersek söz konusu olduğunda tarih çalışmalarını II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası olmak üzere iki döneme ayırmak gerektiğini belirterek başladı. Buna göre, tarih yazıcılığının neredeyse yok denecek düzeyde yapıldığı II. Dünya Savaşı öncesi dönemde mevzunun merkezinde Avusturya-Macaristan döneminde kurulan Zemaljski Müzesi’nde yapılan faaliyetler yer almaktaydı. Personelinin çok az bir kısmı Boşnak olan bu müze, Bosna’da tarih araştırmalarının yegâne kurumsal merkezi sayılmakla beraber, çalışmalarını ve yayınlarını daha ziyade arkeoloji sahasında yürütmekteydi. Bosnalıların vatanlarının Avusturya-Macaristan tarafından ilhakını protesto etmek amacıyla eğitim sistemini boykot etmelerinin yetişmiş insan sayısını düşürdüğünü söyleyen Husiç, o dönemde bu müze dışında tarihle ilgilenenlerin ancak hobiseviyesinde çalışmalar yaptıklarını belirtti. Bosna Hersek’te tarih çalışmalarının ve tarihyazımının gelişiminde en önemli adımlar ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra 1950-1960 yılları arasında atıldı. Özellikle Şarkiyat Enstitüsü merkezli olarak yürütülen bu dönem çalışmaları Bosna Hersek tarihine dair yerli/yabancı kaynakların derlenmesi, tercüme edilmesi ve bunların doğrultusunda telif eserlerin verilmesi şeklinde gelişmiştir. Gazi Hüsrev Bey Kütüphanesi ihtiva ettiği kaynaklar, Şeri İlimler Yüksekokulu ise Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi bilen kişiler yetiştirmesi hasebiyle zikredilmeye şayan diğer iki kurumdur. Zemeljski Müzesi bu dönemde de merkezi konumunu sürdürmeye devam etti çünkü Bosna Hersek tarihine ait derlenen kaynaklar yine bu müze bünyesinde toplanıyordu. Bununla beraber tarih çalışmaları istikamet değiştirmiş, arkeoloji ağırlıklı olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bunda hiç kuşkusuz Hazim Şabanoviç, Adem Hanciç, Mehmed Müezzinoviç ve Nedim Filipoviç gibi yeni nesil tarihçilerin telif ve tercüme eserlerinin çok önemli bir rolü olmuştur. Husic’e göre bu dönem tarihçiliğinin temel tartışma konularından bazıları şunlardı: Toplumsal yapıya etkileri bağlamında ziraî yapı ve sorunlar, göç, köylü sınıfının durumu, Osmanlı hâkimiyetinin bölgedeki teşekkülü, Osmanlı mimarisi, Osmanlı döneminde şehirlerin kuruluşu, işleyişi ve iktisadi gelişimleri.
1950-1960 yılları arasında yapılan bu çalışmaların sonraki yıllarda da artan bir ivme ile varlıklarını sürdüklerini belirten Husiç, tarih araştırmalarının Yugoslav idaresi tarafından bir tehdit şeklinde algılanmadığını ancak bu çalışmaların Boşnakların Yugoslavya bünyesinde farklı bir kültür ve etnisite olarak kabul edilmesinde politik faktörler kadar etkili olduğunu belirtti.
Balkan Tarihi Konuşmaları’nın 14 Kasım’da gerçekleşen ayağının konuğu Ferid Muhic oldu. Saints Cyril and Methodius Üniversitesi’nde (Üsküp) öğretim üyesi olan hocamız ile “Hoşgörü Kültürü: İslam ve Balkanlar” başlıklı bir program gerçekleştirdik. Muhic’in konuşması esasen İslam’ın Avrupa ya da Balkanlar için yerli bir unsur olup olmadığı sorusu etrafında şekillendi. Başka bir ifade ile belirtmek gerekirse, Balkan ülkelerinin İslam’ı zorla kabul edip etmedikleri, Osmanlı’nın bölgede “zor”a dayalı bir İslamlaştırma politikası güdüp gütmemesi meselesi temelinde gelişti. Peşinen söylersek Muhic İslam’ın Avrupa’ya/Balkanlar’a zorla girmediğini; Boşnak, Arnavut ve Makedonlar’ın zorla müslüman olmadıkları konuşma boyunca muhtelif defalar belirtti. İslam’ın 7. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın bir gerçeği olmasına ve bugünkü Avrupa’nın inşasında son derece önemli rol oynamasına rağmen, gayrimüslim Avrupa’nın İslam’ı ve Müslümanları kabullenmekte problem yaşadığını savunan Muhic’e göre, Bosna savaşı sırasında Müslümanlara yapılanlar bunun en bariz örneklerinden birisiydi. Yine Muhic’e göre Osmanlı’nın bölgede hâkimiyet kurduğu zaman dilimi aynı zamanda hoşgörünün de hâkim olduğu bir zaman dilimiydi. Bütün veriler bir yana, bugün Osmanlı Avrupa’sında bulunan kiliselerin hemen tamamının Osmanlı döneminde inşa edilmesi, bütün üst-kültür ve alt-kültür unsurlarının Osmanlı’dan bugüne zarar görmeden intikal etmesi bile bunu ortaya koymak için yeterlidir. Oysa bugün bölgede Osmanlı zalim ve despot olarak bilinmeye devam ediyor. Bir yandan eğitim müfredatları bir yandan Ivo Andriç gibi geniş okuyucu kitlesine sahip yazarlar bu algıyı yaşatmaya devam ediyorlar. Muhic’e göre Balkanlar’da hoşgörü ortamının yeniden tesis edilmesi yolunda etnik gözlüklerin/milliyetçi bakışların devreden çıkarılarak tarihe yeniden bakılması çok önemli kazanımların önünü açacaktır ki hâlihazırda bu doğrultuda bir takım gelişmelerin görüldüğünü söylemek mümkün.
Kasım ayında Balkan Tarihi Konuşmaları çerçevesinde ağırladığımız diğer bir isim ise Dukagjin Gorani oldu. Gorani 28 Kasım’da, kendi ailesinin serüvenine de değinerek “Doğu Mirası ve Batı Hasreti Arasında Arnavutların Zihinsel Açmazları” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. Mensup olduğu ailenin son üç neslinin aynı zamanda modern Arnavutluk tarihinin bir özeti, Osmanlı izlerinin silinmesinin bir numunesi olarak okunabileceğini belirtti. Babaannesi Sadiye Hanım Türkçe konuşuyor ve ancak gerekli durumlarda Arnavutça’yı kullanıyordu. Babası Hayrullah Arnavutça’yı tercih etmekle beraber sosyalist hükümetle problemli bir ilişki içerisindeydi. Kendisi ve kuşağı için ise Türkçe arkaik, Arnavutça modern bir dil olarak tanıtılmıştı. Bu düşünce ismine de yansıtılmış, Osmanlı mirasını hatırlatan Sadiye ve Hayrullah isimleri üçüncü kuşakta yerini Arnavutların “öz” tarihlerinden bir isme “Dukagjin”e bırakmıştı. Hiç kuşkusuz bunda batıdan esen milliyetçilik rüzgârının büyük etkisi vardı. Arnavutlar da bu rüzgârın etkisialtına girerek modern bir Batılı millet olmak uğruna toplumsal hafızalarını ve onu ayakta tutan unsurları sistematik bir şekilde ortadan kaldırmaya, bunun yerine çok daha farklı bir tarih inşa etmeye başladılar. Dukagjin, bu anlayışın kendi kuşağında ve sonraki nesillerde tamamıyla hâkim kılınmaya çalışıldığını ve bunun kısmen başarıldığını ifade ediyor.Yine de, bütün çabalara rağmen silinmeye çalışılan tarihinvarlığını sürdürdüğünü ekliyor: Kâh bir düğünde, kâh bir cenaze merasiminde; kâh bir sofrada, kâh bir giysi nakışında yahut bir binada… Batılı olma uğrunda sistematik bir şekilde geçmişini silmeye çalışsa da, bu geçmişten tam anlamıyla kurtulamamanın zihinsel bir çıkmaza yol açtığını belirten Gorani, bunun aynı zamanda bazı imkânlar da barındırdığını ve imkânların iyi değerlendirilmesi hâlinde problemin çözümüne ilişkin ciddi mesafeler alınabileceğini söyleyerek sunumunu sonlandırdı.
12 Aralık 2015 tarihinde gerçekleştirilen Balkan Tarihi Konuşmaları’nda ise Arnavut yazar Fatos Lubonja ile “Arnavut Milliyetçi Mitleri ve Osmanlı İmparatorluğu”[1]başlıklı bir sohbet gerçekleştirdik. Lubonja Arnavut milliyetçiliği tarihinin periyodizasyonu ile başladı ve bu çerçevede erken dönem milliyetçilik hareketleri, komünizm dönemi milliyetçiliği ve post-komünist dönem milliyetçiliği olmak üzere üç dönemden söz edilebileceğini ve her dönemin kendi mitleri bulunduğunu belirtti. Avrupa’da ve Balkanlarda gelişen milliyetçilik hareketlerinden etkilenerek Osmanlı’dan ayrılışa ve yeni bir devlet kurmaya varan ve bu aşamadan sonra sistemik bir kisveye bürünen erken dönem milliyetçiliği kendisine ‘öteki’ olarak Osmanlı’yı seçmişti. Bu dönemin öne çıkan vurgusu, Arnavutların özgürlüklerine çok düşkün direnişçi bir millet olduklarıydı. Öyleki Arnavutlar bu nedenle eski çağlardan beri Roma’ya, daha sonra Bizans’a, en son da Osmanlı’ya karşı sürekli bir direniş hâlinde idiler. Bu dönemin hissiyatının öne çıkardığı temel figür ise 15. yüzyıl beylerinden İskender Bey’di. Ne kadar çelişkili görünse de Müslüman Arnavutlar, milliyetçilik saikiyle kendilerine Müslüman Osmanlıları hedef/öteki olarak seçmişlerdi. Lubonja’nın üzerinde durduğu ikinci dönem ise Enver Hoca dönemi idi. Bu dönemle birlikte Arnavutluk milliyetçiliği komünist bir evreye girmiş oluyordu. Ateizmin adeta bir din olarak kabul edildiği bu dönemde artık direniş ve özgürlük vurgusu azalmış, bunun yerini Arnavutların her daim dine ve taassuba karşı bir tavır sergiledikleri fikri almıştır. Müslüman ya da gayrimüslim bütün dinî unsurlar temizlenmeye, yok edilmeye ve dolayısıyla zaten tahrip olan geçmişleri bir kez daha tahrip edilmeye başlandı. Komünizmin yıkılması sonrasında başlayan üçüncü dönem ise, Fatos Lubonja’ya göre, artık tarihinden tamamiyle kurtulmuş (!) Arnavutluk’un yüzünü bütünüyle Batı’ya döndüğü, gerek Osmanlı devrinigerek komünist dönemi bir talihsizlik olarak gördüğü, realitede çok kültürlü bir yapıya sahip olmasına rağmen, özellikle Müslümanların dezavantajlı bir pozisyona geçtiği bir dönem olarak öne çıkmakta. Bu dönemde yoğun şekilde yapılan vurgu ise her Arnavut’un özünde bir parça Hristiyanlık taşıdığı, yani Avrupa’nın bir parçası olduğu düşüncesidir; dolayısıyla Arnavut kimliğinin kurucu unsurunun Hristiyanlık olduğu kabulüne dayanır. Lubonja bu tespitlerin ardından Arnavutluk milliyetçiliğinin sığ ideolojik saiklerle hareket ettiğini belirterek ortak geçmiş ve kültüre vurgu yapıp daha sağlıklı bir gelecek inşasına gayret edilmesi gerektiğini söyleyerek sunumuna son verdi.
Türkiye Araştırmaları Merkezi ve T.C. Yurtdışı Türkler Daire Başkanlığı ortaklığında gerçekleştirilen Balkan Tarihi Konuşmaları’nın sekizinci ve son ayağında, 19 Aralık 2015 tarihinde, Yunan araştırmacı-gazeteci Irini Kakoulidou’yu ağırladık. Program dizisinin on yedincisi olan “Osmanlı Devri Balkanları’nda Dinî Bir-Aradalık”[2]başlıklı bu programda, bir mübadil torunu olan Kakoulidou tarihî ve kültürel mirasa sağlıklı bir şekilde sahip çıkmanın bir arada yaşama kültürü üzerindeki müsbet etkilerini vurgulayan bir konuşma gerçekleştirdi. Sağlıksız ve ekseriyetle mesnetsiz ötekileştirmelere dayalı olarak geliştirilen milliyetçi refleklesler bir yana bırakılırsa Osmanlı tecrübesi özelinde Balkanlar’ın/Yunanistan’ın tam da böyle bir mirasa sahip olduğunu belirtti. Zira Osmanlı’nın Balkanlar’da tutunmasının temelinde herhangi bir dinî veya kültürel baskı kurmaksızın orada var olanların hepsine yaşam hakkı tanıması yatmaktaydı. Başka bir ifade ile millet sistemini sorunsuz bir şekilde işletmesiydi. Diğer taraftan Osmanlı’daki tasavvufla yoğrulmuş İslam anlayışının kuşatıcı ve barışçıl tonlarının kuvvetli olması, İslam’ın bu hâli ile etkileşime giren ve ondan etkilenen Balkan Hristiyanlık’ının da sair yerlere nazaran daha barışçıl bir karakter kazanmasına ve bu farklı dünyaların bir arada yaşamalarına kuvvetli bir zemin oluşmasını sağlamıştır. Konuşma boyunca her iki argümanı da tahkim eden Kakoulidou, konuşmasını siyasi düzlemlerin farklılığına rağmen tarihî ve kültürel bir ortaklığın var olduğunu ve bu ortaklığın geleceğe dair önemli bir potansiyeli taşıdığını, bu potansiyelin değerlendirilebilmesinin asgari şartının da ‘bir-aradalık ve işbirliği’ iradesi göstermek olduğunu vurgulayarak konuşmasını tamamladı.
Projenin, balkan ülkelerinden konuşmacıların yaptığı sunumlar etrafında kurgulanan bu ilk ayağının tamamlanmasının ardından yine aynı kapsamda 2016 Mayıs’ında bir de “Uluslarası Balkan Çalışmaları Lisansüstü Sempozyumu” düzenlenecektir. Bu sempozyumla, lisansüstü eğitim gören Balkan kökenli öğrenci ve araştırmacı adayları ile Balkan coğrafyasına dair siyasi ve sosyal gelişmeler, tarih yazımı ve algısı, kültür ve edebiyat gibi temel meselelerin tartışılması ve ilgili araştırmacıların bir araya getirilmesi hedeflenmektedir.
[1] Sunum dili İngilizce olan programın orijinal başlığı “Albanian Nationalistic Myths and the Ottoman Empire”dir.
[2]Sunum dili İngilizce olan programın orijinal başlığı “Religious Coexistence in the Balkans During the Ottoman Era”dır.