Senaryo Fikri Üzerine

Paylaş:

Heveslisi için, İyi Aşçılığın 10 Kuralı veya Başarının Sırları başlıklı kitaplar gibi, piyasada kolayca hazır reçeteler bulabileceğimiz bir saha senaryo yazarlığı. Ancak çoğunlukla ABD’den ‘copy paste’ edilen bu kuramlar-kurallar yığını bizde ‘işlemiyor’.En son, senaryosunu yazdığı Pars-Kiraz Operasyonu başlıklı filmiyle gündeme gelen Aybars Bora Kahyaoğlu, 1997 yılında Columbia College Chicago Film Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli prodüksiyon şirketleri ve televizyon kanallarında yönetmenlik, kameramanlık, hikâye-senaryo yazımı, haber editörlüğü ve proje geliştirmeyle ilgili çalışmalarda bulundu. ABD ile bizdeki uygulamalar; hikâye kurgulama, tretman, senaryo yazımı, telif hakları vb. konulardaki tespitlerini keyifle dinlediğimiz Kahyaoğlu ile yaptığımız söyleşiyi dilimiz döndüğünce özetlemeye çalıştık: Sinema mı Televizyon mu?Bizdeki eğitim, Sinema-TV Bölümü adı altında tek bir çatı altında toplanabiliyorken, ABD’de bu ikisi birbirine uğramıyor bile. Ayrıca sinema içinde de çok dallı bir bölünme var: yönetmen, yapımcı, belgesel, kurgu, makyaj… bölümleri.Senarist mi romancı mı?Türk sinemasının en büyük sorunu senaryo eksikliği; çünkü hâlâ bir roman kültürü hâkim. Bunda senaryo yazarlarının çoğunun edebiyat dünyasından gelmelerinin payı büyük. Bir senarist, bir romancı gibi karakterlerin iç dünyasına dilediğince inebilme lüksüne sahip değildir; aksi takdirde o iç sesi nasıl verecektir? Bir senarist, bir romancı gibi tek başına yazma lüksüne de sahip değildir; yapımcısı, yönetmeni, mekân seçicisi, oyuncusu vb. ile bir ekip işine sıvanmıştır. Romancının dışarıdan dokunulamayan kendine özgü dünyasının tersine, senaryo yazarı dışarıya açılmak, her türlü insanla konuşmak durumundadır.ABD mi Fransa (Avrupa) mı?(Kabaca iki ekole ayırırsak) Sanılanın aksine, bizdeki işleyiş Fransa (Avrupa)’dan yana. Bu ekolün en büyük özelliği, senaryonun hazır bir formülünün bulunmayışı. Karakterlerin psikolojisine odaklanan, yönetmenin istediği ritme göre işleyen, seyirci kaygısı taşımayan ve kendine alan olarak festivalleri seçen bir senaryo-sinema düşüncesi kısaca. Nuri Bilge Ceylan ile Zeki Demirkubuz bu tercihle iş gören iki yönetmen.Tiyatrodan gelen ve operadaki üç perdelik klasik yapıyı kullanan ABD ekolünde ise formülasyon diz boyu! Bu durumda, bu işte karar kılanların en başta kendilerine şu soruyu sorması gerekiyor: Profesyonel sektöre mi yoksa festival filmlerine yönelik mi iş yapacağım?Ekip var, ekip varABD’de TV dizisi mi dediniz? Ekibinizi hazırlayın: Dizinin formatını belirleyen uygulayıcı-yapımcı çekirdek ekip, bölüm hikâyeleri ekibi, sahneleri açan tretman ekibi, senaryo ekibi ve konuşmaları cilalayan diyalog ekibi… Bu denli geniş kadroyla çalışılmayan sinemada ise kısaca iki senaryo örneğinden bahsedilebilir: (Yürüyen sistem) sipariş senaryolar ile sipariş olmayan senaryolar.Bizde bu ebatta değilse de, televizyon dizilerinde bir senaryo ekibinden söz etmek mümkün. Ancak hukukî düzenlemeler ve telif hakları tam bir keşmekeş! Öyle ki, yapımcının “Bize yaramaz abi!” dediği senaryonuzu bir yıl sonra vizyonda görebilirsiniz!Bana kahramanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyimTema, temayı simgeleyen bir metafor, metaforu işleyeceğiniz bir hikâye… Okulda öğretileni buysa da her zaman farklı metotlar, çeşitli yollar bulunabilir. Yolda gördüğünüz bir kişi ya da bir gazete haberi de pekala çıkış noktasıdır. İster temadan ister hikâyeden yola çıksın, iyi bir senaryo yazarı “Ben bu temayı-hikâyeyi nasıl kuracağım?” sorusuyla işe başlar. Cevap peşi sıra gelen sorularda açıklığa kavuşur: Kahramanım kim? Ne istiyor? Başına neler gelecek? Engelleri nasıl aşacak?Senaryo yazarı, hemen her türlü karakteri çalışabilmeli, steril tipler çizmemeli, hikâye süresince kahramandaki değişimi seyirciye yansıtabilmelidir. Bundan gayrısı da kahramanın sorunların üstesinden nasıl geldiğini gösteren sahnelere bakar.Bizdeki en büyük eksikliklerden biri de budur: kahramanın başına neler geldiği bir türlü söylenmez. Seyircinin, kahramanla özdeşleşmek isteyeceği göz ardı edilir.Dehanın % 99’u terlemektirAraştırma yapmak, hikâyenin bir paragraflık özeti, karakter profilleri, 3-5 sayfalık sinopsis, sahnelerin açılması… Senaryonuz yazılmaya hazırdır artık. Filmin süresine göre bazen yüzlerce sayfayı bulabilir.Bu da sırtınızdaki teri atmaya bakar!ABD’de, bir sayfa bir dakikalık ekran görüntüsüne eşitse de bu hesap bizde asla tutmaz; bir sayfa yaklaşık bir buçuk dakikalık görüntüye karşılık gelir. Birinci nedeni, ABD’deki A-4 kâğıdı buradakinden daha kısadır. İkincisi, oyuncularımız daha ağır tempoyla hareket eder. Diyalogları yayarlar. Montajımız ve kurgumuz da hakeza yavaştır.Kelimelerin resmi olsa da gösterse!Lâfa değil görüntüye yazabiliyor musunuz? Kelimeleriniz resim veriyor mu? Anlatmayı değil göstermeyi becerebiliyor musunuz? Bu sorulara cevabınız evet ise hedefe yaklaştınız demektir.“Parayı al ve kaç!”Senaryonuz, yazdığınız haliyle kalmaz elbette; aşama aşama yönetmenin, yapımcının, prodüksiyon amirinin, oyuncuların süzgecinden geçer. İşin ahlâkı gereği, durduğu müddetçe sürekli değişir. Bu nedenle, senaryo yazarının “Parayı al ve kaç!” nüktesine sığınmasında fayda vardır!Sanat mı zanaat mı?Başarılı bir banka yöneticisinin, “Faizler olmalı mı, olmamalı mı?” tartışmasına girmesi bir mana taşır mı? Bankacılık başlı başına bu sistem üzerinden işler. Hakeza sinema da sanatsal özelliklerinin yanı sıra bir zanaattır, endüstridir, iş koludur. En basit bütçeyle bile film çekmek para gerektirir. Bu nedenle, sinemacının sanatçı olduğunu iddia etmesi oldukça ciddi bir iştir. Sinema toplamda zanaatkârların oluşturduğu bir bütündür; kameramanın gözü, sanat yönetmeninin dekoru, oyuncunun nefesi-bakışı, editörün montajdaki katkısı, seçilen müzik vs. hikâyenizi anlatmak için seferber olur. Bu yüzden, bizler zanaatçıyız, Picasso değil!Elbette içinde sanatsal öğeler barındırır. Bu noktada sanat ve zanaat arasında bir tercihten bahsedilebilir: Sinemayla bir meslek kolu olarak mı ilgileneceğim, hobi olarak mı?Yönetmen filmin sahibi (mi)dirFransız Yeni Akımı’nın kurucuları arasında sayılan Godard’ın “Yönetmen filmin sahibidir” düşüncesi bizde oldukça tutsa da, sonrası irdelenmez. Yönetmen 1980’lerde verdiği bir demecinde özetle şu görüşü dillendirir: “Biz Amerikan sineması karşısında eziliyorduk. Dikkat çekmek istedik ve bu teoriyi ortaya attık.”Ben ‘kirleniyorum’; peki sen hangi bedeli ödüyorsun?Alternatif bir sinema üretilebilir mi, yeni bir sistem kurulabilir mi? Profesyonel sinema camiasında yer almadan asla! Her şeyden önce, kaybolan araştırma geleneğimizi canlandırmak ve kendimize “Ben başkalarının yapamadığı neyi yapabilirim?” sorusunu yöneltmek gerekir. ABD’de 1960’larda canlanan bağımsız sinema da, stüdyo sisteminde uzun yıllar çalışan sinemacılar tarafından kurulmuştur. Sektörde çalışan birini, sistemin bütün hatalarını kendisine yükleyerek yargılamak çok kolaydır. Fakat bunun karşılığında size sorar: “Kabul, ben ‘kirleniyorum’. Peki sen hangi bedeli ödüyorsun?”Patlama mı curcuna mı?Artık her sene belli sayıda Türk filminden bahsetmek mümkün; ancak kaynağındaki iki nedeni kulak arkası etmeyerek: Birincisi, yapımcılar artık Avrupa’daki ve Türkiye’deki birtakım fonları kullanmayı öğrendi. İkincisi, film dağıtımcıları ABD’deki stüdyo sistemine benzer şekilde kendi filmlerini üretmeye başladı. Kalitesizliğe gelince, film dağıtımcısı film dağıtmayı bilir, çekmeyi değil!Ne hikâye, ne senaryo! Paldır küldür çekilen filmler, profesyonellerle çalışmanın zorluğunu göze alamayan yapımcılar, film çekmeyi bilmeyen dağıtımcılar, senaryo yazarlığında yaşanan kıtlık… Bu da işin curcunası!Issız bir adaya düşseydiniz yanınıza hangi senaristleri alırdınız?(Birkaçı): Paul Schrader (Taxi Driver), Quentin Tarantino, Bo Goldman (Scent of a Woman)Son söz olarak, söyleşimizde Kahyaoğlu’nun festival filmlerini değil, profesyonel sinema piyasasını merkeze alarak tespitlerde bulunduğunu hatırlatalım. Festival filmleri deyince işin içine başka kriterler girdiğinin elbette farkında. 

Daha fazla göster

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir