Modern Döneme Geçişte İslâmî İlimler Tasavvuru-4:Geleneksel Düşüncenin Kırılma Dönemi: Osmanlı Düşüncesinde Hadis ve Sünnet / Modern Döneme Geçiş Sürecinde Hint Alt Kıtasında Hadis İlminin Durumu
MAM tarafından düzenlenen “Modern Döneme Geçişte İslâmî İlimler Tasavvuru” ana temalı toplantı dizisinin hadis ve sünnet konulu oturumu, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. İbrahim Hatiboğlu ile Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Özşenel’in katılımıyla gerçekleştirildi. Toplantıda, modern döneme geçiş sürecinde hem Osmanlı ve Mısır’da modernist düşüncenin önderlerinin, hem de İslâm dünyasının Hint alt kıtası gibi bölgelerinde etkin olan bazı grupların Sünnet ve hadis algısı üzerinde duruldu.“Geleneksel Düşüncenin Kırılma Dönemi: Osmanlı Düşüncesinde Hadis ve Sünnet” başlıklı sunumunda Prof. Hatiboğlu öncelikle başlıkta yer bulan bazı temel unsurların anlamı üzerinde durdu. Konuşmanın sonraki safhasında, geleneğin inkıtaı, geleneğe güvensizlik, dinî düşüncenin kırılma dönemi, Batı’ya hayranlık, “mağlubiyet psikolojisi”, “geleneksel ulemanın sessizliği”, geleneksel uygulamalardan vazgeçilmesi, saf İslâm’a yahut ilk dönem kaynaklarına dönüş gibi konulara değinildi.Konuşmasında modernist veya ıslahatçı düşünceyi “teşekkül dönemi” ve “sistemleşme dönemi” şeklinde ikiye ayırarak ele alan Hatiboğlu, teşekkül dönemi ıslahatçıları arasında Mısır’da Afgani ve Abduh’un, Osmanlı’da ise Tunuslu Hayrettin Paşa ve Ahmet Cevdet Paşa’nın görüşlerine temas etti. Hatiboğlu, erken dönem ıslahatçılarında Batı’nın teknolojik ilerlemesi kadar, müesseselerinin de benimsenmesi fikrinin hakim olduğunu, devlet ricalinin öncülüğünde ve kurumsallaşma esası üzerinden yürütülen bu ilk çabaların, modern eğitim kurumlarının açılması suretinde tecessüm ettiğini ve geleneksel yönteme bir alternatif oluşturma çabası içine girildiğini söyledi. Çoğu devlet ricaline mensup ve klasik eğitimle yetişmemiş ilk dönem ıslahatçılarının “esasa dair” sorunlara çare bulma amacı daha ağır bastığından, hadis ve sünnetin konumu gibi tali konulara temas etme fırsatı bulamadıklarını ve bunun biraz da kasıtlı olarak yapıldığını ifade etti. Bu meyanda Afgani ve Abduh’un felsefî konulara öncelik vermeleri sebebiyle hadis kitaplarıyla ve hadis ilminin temel konularıyla ilgilenmediklerini söyleyen Hatiboğlu, yine de her iki ismin hadis ve sünnetle ilgili bazı görüşlerine temas etti. Bunların öğrencisi konumundaki Reşit Rıza’nın, hocalarına göre geleneksel sünnet algısına daha yakın durduğunu, Mehmet Akif’in ise sünnet ve hadisle ilgili hususi yorumlarının bulunmadığını, bu konudaki fikirlerini esasen görüşlerini benimsediği kişilerin eserlerinden tercümeler yapmak suretiyle ifade ettiğini söyledi. Bigiyef’in ise aslında bir ıslahatçı olmasına rağmen, Hindistan’a yaptığı bir ziyaret sırasında tanıştığı sünnet karşıtı Ehl-i Kur’an hareketine bir reddiye mahiyetinde kaleme aldığı Kitabü’s-Sünne’deki görüşlerinin klasik sünnet algısını daha çok yansıttığını söyledi. Bu bağlamda Hatiboğlu, Bigiyef’in sünnet tanımına ve sünnetin kısımları (sünnetullah, sünnetü’l-mürselîn, sünnetü’l-evvelîn) hakkındaki görüşlerine de değindi.Hatiboğlu’nun konuşmasına son verirken yaptığı birtakım tespitler bütün sunumunu özetler mahiyetteydi. Buna göre, modern dönemde Hz. Peygamber’in örnekliğinin İslâmî ilimler ve hadis ilmi için varoluşsal unsur olduğu gerçeği ve hadislerin hayatla irtibatı göz ardı edilmiş, İslâmî ilimlerin birbiriyle irtibatı koparılmış, iç tutarlılık ve bütünlük ortadan kalkmış, kıraat, hadis ve tasavvuf gibi rivayet-icazet sistemiyle aktarılan ilimler geleneksel dönemde bilgi-davranış geleneğini muhafaza edip aktarırken, rical esaslı ilimlerin küçümsenmesi sebebiyle modern dönemde gözden düşmüşlerdir. Geleneksel ulema modern problemlere çözüm olamasa da hadisleri aktarma fonksiyonunu sürdürmüş, oysa modernistler hem gelenekten kopmuşlar, hem de sorunlara çözüm olamamışlardır. Yenilikçi düşünürler kendi kabullerini Kur’an’a söylettirme tavırlarını sünnete de yansıtmışlar, bu kabullerine aykırı hadisleri göz ardı etme yoluna gitmişlerdir. Hadisler klasik dönemde ehli tarafından ve icazetle ele alınırken, modern dönemde isnad arka plana atılmış, hadisler popüler literatürden alınmaya başlanmıştır. Binaenaleyh, hadisle ilgili tutumun önyargılara bağlı hale gelecek şekilde değişmesi, bizi biz yapan temel unsurlardan biri olan sünnet algısının zayıflamasına yol açmış, bunun sonucunda geçmiş literatüre yaklaşımın zemini kaymıştır. Bu yüzden de ihtilaflı konuların sadece ehli arasında tartışıldığı geleneksel tavır yerini, ehliyet şartının göz ardı edilip her konunun avamileştirildiği ve herkes tarafından tartışıldığı bir ortama bırakmıştır. Modernistler eliyle ictimai hadis şerhçiliği denilen bir yorum yöntemi ortaya çıkmış, seçmeci bir üslupla ve siyasî-toplumsal olaylarla ilgili konular için serlevha edilerek yorumlanan hadisler, bir tür meşruiyet aracı olarak kullanılmıştır. Tartışma konuları kadın hakları, eşitlik, miras, mucize gibi sınırlı konulara hasredilmiş, hadislerle ilgili olarak seçmeci, savunmacı, gündelik siyasetle irtibatlı ve akılcı bir üslup kullanılmış, mevcut duruma acilen çözüm bulma esas amaç olmuştur. Kısacası geleneksel sistemin kırıldığı modern dönem Osmanlı düşüncesinin hadis algısı, sistematiklikten uzak, usul sistematiğine yabancı, rivayet ve müzakere geleneğini kaybetmiş, asıl amacını gözden kaçırmış, gövdesiz bir dal mesabesinde kalmıştır.Mehmet Özşenel ise “Modern Döneme Geçiş Sürecinde Hint Alt Kıtasında Hadis İlminin Durumu” başlıklı sunumunda aynı dönemlerde özellikle Hint alt kıtasında vücut bulan Ehl-i Kur’an, Ehl-i Hadis, Diyobendilik gibi birtakım grupların sünnet ve hadis algısını, bunların oluşum ve gelişim süreçlerine de işaret ederek anlattı.Öncelikle Hint alt kıtasının bize biraz ‘uzak’ kaldığından ve yeterince üzerinde durulmadığından bahseden Özşenel, yüksek lisans yapmak için gittiği bölgede yaşadığı tecrübeler sayesinde buraları daha yakından tanıdığını söyledi.Hint bölgesinde hadis ilminin ve hadis kültürünün her zaman revaçta olduğuna değinen Özşenel, bölgede İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren ciddi bir ilmî faaliyetin başladığını, hatta hadis ilminin ilk musanniflerinden Rabi b. Sabih’in de bölgeye gittiğini ve orada şehit düştüğünü söyledi. Özşenel, Hindistan’daki hadis faaliyetleriyle siyasî otorite merkezi arasında daima ilgi olduğunu belirtti. 18. asra gelene kadar yaşamış önemli isimlere değindi ve 18. asırda en önemli isim olan Şah Veliyyullah ed-Dehlevî’nin Hicaz’da geçirdiği birkaç yılın ardından bölgeye gelerek yoğun bir hadis eğitim faaliyeti başlattığını, bu faaliyetlerin daha sonra oğlu Abdülaziz tarafından devam ettirildiğini söyledi. Özşenel’e göre Şah Veliyyullah devletin zayıflaması ve toplumsal yapının çözülmesi gibi problemlerin çözümünü hadis merkezli çalışmalarda bulmuş, medreselerde aklî ilimlere ağırlık verilip hadisin unutulmasını sorun olarak gördüğü için hadis okutma faaliyetlerine ağırlık vermiştir.Özşenel’in tespitine göre 19. asır bölgede çok daha karışık, aynı zamanda önemli bir dönemdir. Bir yandan devlet yıkılmış ve İngiliz işgalciler iyice yerleşmiş, bir yandan da bölgede birçok ekol ortaya çıkmıştır. Abdülaziz Dehlevî 1823’te yayınladığı bir fetvayla Hindistan’ın artık İslâm ülkesi olmaktan çıktığını, işgal edildiğini ve bütün Müslümanların cihad etmesi gerektiğini söylemiştir. Bu fetva Hindistan tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuş, bütün Hint halkının katılımıyla çıkartılan Sipahi Ayaklanması kanlı biçimde bastırılmıştır. Ayaklanmanın bu şekilde sonuçlanması ve siyasi çözüm arayışlarının başarısız kalması üzerine geleneksel Hint uleması eğitime ağırlık vermiş, İngilizlerin modern okullarına karşı kendi eğitim kurumlarını açmıştır. Abdülaziz Dehlevî ve öğrencilerinin gayretleriyle açılan bu eğitim kurumları aynı zamanda farklı görüşlerin ortaya çıkmasına da vesile olmuştur. Zamanla ekolleşen bu görüşler içinde en önemlisi Diyobendiliktir. Diyobendiler daha çok geleneksel tarzı benimsemişler ve modern eğitim kurumlarından uzak durmuşlardır. Özellikle Hanefi mezhebine bağlılığı ve hadis eğitimini ön plana çıkaran Diyobendiler, 1867’de Kuzey Hindistan’daki Diyobend kasabasında Daru’l-Ulum isimli ilk medreselerini açmışlar ve klasik eğitimi biraz tadil etmek suretiyle eğitime başlamışlar; kısa zamanda bütün ülkeye yayılmışlardır. Devletten herhangi bir destek almaksızın gerçekleştirilen, ilkokuldan üniversite sonuna kadar süren bu eğitimde hadis ağırlıklı bir yer işgal etmekte ve özellikle üniversitenin son sınıfı sadece hadis derslerine ayrılarak Kütüb-i Sitte’nin tamamı yanında birtakım başka temel metinler de okutulmaktadır.Ehl-i Hadis ekolü ise hadis eğitimine ağırlık vermekle birlikte Diyobendilerin aksine, herhangi bir mezhebe bağlılık kaygısı gütmeksizin Selefi görüşü benimsemişlerdir. Kendilerinin klasik dönemdeki Selefilerle ilişkilendirilmesinden de hoşlanmayan Ehl-i Hadis mensupları, zaman içerisinde tepkisini yumuşatmış ve gitgide hükümete aykırı düşmeme noktasına gelmiştir. Bu son nokta Diyobendilikle aralarındaki çatlağın daha da büyümesine sebep olmuştur.Birelvî hareketi 19. yüzyılda ortaya çıkan tasavvufî bir akımdır ve az da olsa eğitim sistemlerinde hadise yer vermişlerdir. Hanefi mezhebine bağlı olmakla birlikte özellikle tasavvufa, menakıb kültürüne aşırı bağlılıkları yüzünden Diyobendilerden farklılaşmışlardır.Seyyid Ahmed Han ise başta geleneksel tavra sahipken, zaman içinde İngilizlere yakınlaşmış ve Hint alt kıtasında modernist düşüncenin temellerini atmıştır. Bir yanda geleneksel alimler diğer yanda Seyyid Ahmed Han gibi modernistlerin arasında kalan ve orta yolu bulmak isteyen bazı alimler Nedvetü’l-Ulema isimli ekolü oluşturmuşlardır. Bunlar Hanefi mezhebine bağlı olmakla birlikte bu bağlılığı aşırıya kaçırmamışlar, sentezci bir yol izlemişlerdir.Hindistan’da hadise aşırı bağlı grupların yanında onu tamamen inkâr eden Ehl-i Kur’an gibi gruplar da söz konusudur. Daha çok tepkisel olarak ortaya çıkan Ehl-i Kur’an grubunun oluşumunda dış etkenlerin de rolü vardır. Özellikle o dönemde Hindistan’a sıkça gelip giden müsteşriklerin ve Seyyid Ahmed Han’ın hadislerin sıhhati üzerine serdettikleri görüşler, hadislerin tamamen inkâr edilmesi ve Kur’an’ın esas alınması gibi bir fikrin oluşmasına yol açmıştır.Sonuçta, Hindistan’ın 19. asırda yaşadığı çalkantılar, hadisle ilgili olarak birbirine tamamen zıt, birbiriyle hiçbir zaman anlaşamayan Ehl-i Kur’an, Diyobendilik ve Ehl-i Hadis gibi grupların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu grupların ortaya çıkmasının en önemli sonuçlarından birisi, her grubun kendi görüşlerini savunmak üzere mufassal eserlerin telif edilmesi olmuştur. Mesela Hanefi mezhebinin hadisle ilgili görüşlerinin çok ayrıntılı biçimde ele alındığı İlaü’s-Sünen isimli eser bu tartışmaların bir ürünüdür. Ayrıca medreselerde yapılan hadis derslerinde yardımcı metin olması amacıyla yazılan birçok şerh, bugün İslâm dünyasının diğer bölgelerinde de kullanılmaktadır. Avnü’l-Ma‘bûd, Bezlü’l-Mechûd ve Tuhfetü’l-Ahvezî bunların en önemlileridir. Geleneksel hadis eğitiminin sürdürülmesinin bir diğer sonucu isnad ve icazet sisteminin varlığını sürdürmesidir. Ayrıca medreseler sayesinde hadis ve sünnet kültürü canlılığını muhafaza etmiş, medreselerden yetişen öğrenciler halkın hadis kültürüne de katkıda bulunmuşlardır. Hint alt kıtasında bugün hâlâ varlıklarını sürdüren bu grupların fikirleri, diğer İslâm ülkelerinde de zaman zaman karşılık bulmuş, belirli dönemlerde tercümeler vasıtasıyla Türkiye’ye de aktarılmıştır.Sunumun ardından oturum soru cevap faslıyla sona erdi.