Bir Çağdaş Sanat Öğrencisinin Londra İzlenimleri ve Daha Fazlası
Londra’da İlk Deneyimler
15 Eylül 2008 günü öğle saatlerinde İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan kalkan uçağıma giderken tuhaf bir dinginlik vardı üzerimde. 27 yıllık hayatının 25 yılını Erenköy’deki evinde ailesiyle beraber geçirmiş birinin belki biraz telaşlı olması beklenirdi. Nihayetinde bu gidiş, bir anlamda sevdiklerinden bir ayrılış olduğu kadar mevcut hayat küresinin dışında yepyeni bir hayata uzanan bir yolda yaşanacak radikal bir kopuşun da başlangıcıydı. Üç buçuk saat süren bir uçak yolculuğunun ardından Heathrow Uluslararası Havalimanı’na indiğimde hava henüz kararıyordu. Kalacağım yere gitmek için yeraltı metrosuna girdim. Doğrusu doktora eğitimimi sürdürmek için Londra’ya geldiğimde bu benim bu şehre gerçekleştirdiğim ilk ziyaret değildi. Belki az evvel sözünü ettiğim dinginlikte bunun da bir parça payının olduğunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla karşılaştığım nesneler ve olaylar benim için bir ‘ilk tecrübe’nin konusu değil, üçüncü defa deneyimlenen tanıdık olgulardı.
Londra’yı ilk kez 2008’in Şubat ayında, Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü çatısı altında yazdığım yüksek lisans tezimin konusuyla bağlantılı olarak Birmingham Üniversitesi’nde düzenlenen Walter Benjamin and the Aesthetics of Change: Interdisciplinary Conference başlıklı uluslararası bir konferansta sunum yapmak için İngiltere’ye geldiğimde ziyaret etmiştim. 22-23 Şubat tarihlerinde düzenlenen konferansın hemen ardından bir akşam vakti geldiğim Londra’daki Viktorya İstasyonu’nda beni, Boğaziçi Üniversitesi Türk Müziği Kulübü olarak Albert Long Hall’da verdiğimiz birçok konserde solo icralarda sahneyi paylaştığım değerli dostum Serkan Delice karşıladı. University of the Arts’ta doktora eğitimini sürdüren ve Osmanlı kültür tarihi üzerine çalışan Serkan, evinde misafir olarak kaldığım bir hafta süresince ettiğimiz uzun sohbetlerde Londra’da doktora yapma fikrini aklıma getiren ilk kişidir. Bu bir hafta süre zarfında şehirde yaptığım gezilerde British Museum’un sürekli sergilerinin yanı sıra, National Gallery ve Victoria & Albert Museum’un büyüleyici koleksiyonlarını, ayrıca Tate Modern’daki Marcel Duchamp, Man Ray and Francis Picabia: The Moment Art Changed Forever başlıklı sergiyi görme fırsatım oldu. Hatta bu sonuncusuna dair gülümsetici bir hatıram var.
Sergiyi gezmeye başladığımda profesyonel fotoğraf makinem boynumdaydı ve kapalıydı. İçeride çekim yapmanın yasak olduğu bilgisi girişteki memur tarafından bana hatırlatıldığı halde rahat durmadım ve “bu yasağı yalnızca bir kere delebilme şansımın olduğunun” bilincinde olarak uygun anı kolladım. Ne zaman ki serginin büyük salonunda Marcel Duchamp’ın 1917’de New York’taki Salon des Indépendants’ta düzenlenen bir sergiye reddedileceğini bile bile gönderdiği R. Mutt imzalı seramik ‘pisuar’la (Çeşme) karşılaştım, salonun kapısında bekleyen görevlinin dikkatini üzerime çekmeden makinemin gerekli ayarlarını yaptım ve deflanşöre bir defa basarak pisuarın anlık bir dijital görüntüsünü kaydettim. Profesyonel makinelerin sahibine çıldırtıcı bir zevk bahşeden çekim sesini işiten genç memure, bu sesin zevk vermeden de çıldırtabileceğini gösteren şaşkın ve kızgın bir yüz ifadesiyle yanıma yaklaşarak “Pisuarın fotoğrafını mı çektiniz? Bayım, gerçekten size inanamıyorum! Bunu yapmanızın yasak olduğu elinizdeki broşürde yazıyor, bunu yapamazsınız!” diyerek homurdanmaya başladı. Benimse planım hazırdı ve doğru dürüst İngilizce bilmeyen şapşal turist rolünü oynayarak “Bayan, inanın çok üzgünüm; broşürde yazanları okumadım, lütfen bağışlayın!” deyip kibarca alttan alıyordum. Sonunda benimle uğraşmaktan vazgeçip “Ne yaptığınızı kesinlikle görmedim!” diyerek uzaklaştı ve yerine gitti. Doğrusu onun bu ‘görev ahlakı’ etik düşünürlerini bile şaşırtacak denli saf bir içtenliğe ve iyi niyete dayanıyor gibiydi ve bu yüzden de takdiri hak ediyordu. Ne var ki benim gibi amatör görünümlü bir tilkinin asla rahat durmayacağını da mesleki tecrübesiyle öğrendiği için olsa gerek, göz takibiyle yeni bir hamle yapmamı engelleme çabası içerisindeydi. O anı hayatımın sonuna dek unutmayacağım.
Londra’ya ikinci gelişim ise Londra Üniversitesi Goldsmiths Koleji Görsel Kültürler Bölümü’ne yaptığım doktora başvurusu neticesinde 2008 Temmuz’unun son haftasında mülakata çağrılmamla vuku buldu. Bu gelişimde ise beni Piccadilly Circus’ta sevgili dostum Yusuf Müftüoğlu karşıladı ve yol yorgunluğumu atabilmem için civardaki güzel bir restoranda bana akşam yemeği ısmarlama lütfunda bulundu. LSE’de medya çalışmaları alanında sürdürdüğü yüksek lisans eğitimini o sırada henüz tamamlamamış olan Yusuf’la tanışıklığımız eskilere dayanır. 90’lı yılların sonunda edebiyat çevrelerinde sıkça karşılaştığımız sıralarda o, çeşitli dergilerde İngilizceden, İtalyancadan ve yanlış hatırlamıyorsam Fransızcadan yaptığı şiir tercümelerini art arda yayımlıyor, bense ara sıra kendi yazdığım birkaç şiiri yayımlamakla yetiniyordum. Hatta bazı Türk şairlerin şiirlerini de bu dillere çevirip yayımlattığı oluyordu Yusuf’un. Bu hayat dolu ve bildiklerini paylaşmak konusunda son derece cömert olan entelektüel adam, ikinci ziyaretimde bana Thames nehri kıyısında yaptığım akşam yürüyüşlerinde eşlik etti ve parlak zekasını yansıtan ince mizah yeteneğiyle süslediği güzel sohbetini benden esirgemedi.
Goldsmiths’te Öğrenciliğe Doğru
Şu anki danışmanım Jean-Paul Martinon, beni mülakat için Goldsmiths’e davet ettiğinde, başvurduğum doktora programını yakından tanıyabilmem için 24-26 Temmuz’da Görsel Kültürler Bölümü’nde düzenlenen 11. Küratöryel/Bilgi Semineri’ne katılmamın iyi olacağını düşünmüştü. Böylelikle hem ben programın yapısını biraz daha yakından tanıyabilme imkanı bulacaktım, hem de hocalarım mülakatın yanı sıra üç gün boyunca benim seminerde yürütülen tartışmalarda göstereceğim performansı gözlemlemiş olacaklardı. Nitekim Zygmunt Bauman’ın konuşmacı olarak teşrif ettiği 24 Temmuz’daki oturumdan sonra bölümün kurucusu ve program direktörü Prof. Dr. Irit Rogoff ve Dr. Jean-Paul Martinon, Goldsmiths’in bahçesinde güneşli bir havada beni sözlü sınava aldılar. Irit’in hakiki bir ‘insan sarrafı’ olduğunu belli eden incelikli sorularıyla beni terlettiği mülakat 45 dakika kadar sürdü. Bu mülakattan üç hafta kadar sonra Jean-Paul’den Görsel Kültürler–Küratöryel/Bilgi başlıklı doktora programına kabul edildiğimi ve kendisinin Digitized Heterotopia: A Phenomenology of Contemporary Museum Space başlıklı araştırma projemi yönetmekten büyük bir memnuniyet duyacağını bildiren bir e-mektup aldım. Böylece üç-dört yıl kadar kalmak üzere Londra’ya üçüncü gelişim kesinleşti.
Doktoraya kabul edilmeden önceki bir yılım gerçekten de zihnen ve bedenen son derece yorulduğum ve manen yıprandığım bir dönemdi. Bir yandan Walter Benjamin’in Sanat Eseri makalesinde ortaya koyduğu eleştirel film teorisinin kökeninde Tarih Felsefesi Üzerine Tezler’de ve N: Bilgi Kuramı, İlerleme Kuramı başlıklı risalesinde genişçe yer tutan Hegel’in ilerlemeci tarih metafiziğinin eleştirisinin yattığını göstermeye çalıştığım yüksek lisans tezimi yazıyor, bir yandan uluslararası konferanslara katılmak için akademik bildiriler hazırlıyor ve bunları yurtiçi ve yurtdışındaki üniversitelerde sunmak için seyahat ediyor, bir yandan zorlu bir doktora başvuru süreciyle boğuşuyor, öte yandan doktora araştırma projemi yazabilmek için henüz yeni tanımaya başladığım alanlarda (eksistansiyel fenomenoloji, görsel kültürler ve müzecilik çalışmaları) okumalar yapıyor, bütün bunlara ek olarak haftada beş gün tam mesai çalışıyor, ayda bir de bir dergiye (sanırım kimsenin okumadığı) müzik yazıları yazıyordum. Haftanın altıncı günü ise BSV Sanat Araştırmaları Merkezi çatısı altında Sanat Felsefesine Giriş seminerleri veriyordum. Üç-dört saatlik uykularla yürüttüğüm bu yoğun çalışma temposunun psikolojim üzerinde yaptığı ağır tahribat bir yana en yakınımdakiler de dahil olmak üzere neredeyse çevremdeki hiç kimse ne yapmak istediğimi anlamıyor, dahası emek verdiğim her işi iğneleyici sözlerle küçümsemekten ve bana hayata dair anlamsız nutuklar çekmekten geri kalmıyordu. Tıpkı bir Latin atasözünde belirtildiği gibi: Damnant quod non intelligent (Anlamadıkları şeyleri kınarlar). Bu zor dönemde bana manen sürekli yardımcı olan ve destek veren yalnızca birkaç dostum ve iki değerli kadın oldu: Sevgili anneciğim Jale Hanım (nam-ı diğer Valide Sultan) ve bana talebesi gibi değil evladı gibi davranarak ikinci bir anne olan çok değerli yüksek lisans tez danışmanı hocam Zeynep Davran. Diğerleri mi? Hepsi de berbattı!
Entelektüel açıdan en esaslı yardımı ise çok değerli dostum Nuh Yılmaz’dan gördüm. ABD’deki George Mason Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Programı’nda doktora eğitimini sürdüren ve çağdaş sanat teorisi üzerine yoğunlaşan Nuh’la İstanbul’a gelişlerinde ve benim yine bir uluslararası konferans vesilesiyle ABD’ye yaptığım bir seyahatte Washington DC’deki evine misafir olduğumda görüştüm. Nuh’la görüşmelerimiz yalnızca bunlarla sınırlı kalmadı. Doktora başvuru sürecimde bütün yoğunluğuna rağmen proje metnimi defalarca okuma ve eleştirme lütfunda bulundu. Eleştiri ve önerilerini sadece sayıları yüze yaklaşan e-mektuplarla yürüttüğümüz tartışmalarda dile getirmekle kalmıyor, bazen beni ABD’den telefonla arıyor ve belki bir saatten fazla projem üzerine konuştuğumuz da oluyordu.
Nuh’la karşılaşmadan evvel ben film araştırmaları programlarına ilgi duyuyordum. Hatta bu hevesle Northwestern Üniversitesi Film Araştırmaları doktora program direktörü Prof. Dr. Hamid Naficy’nin yanı sıra Rochester Üniversitesi Görsel ve Kültürel Çalışmalar programı hocalarını da bizzat üniversitelerindeki odalarında ziyaret etmiş ve okullarına başvurmam için büyük bir teşvik de görmüştüm. Ancak Nuh’la yaptığımız uzun tartışmalar, beni film araştırmaları yerine görsel kültürler alanına yönelmemin ve belki sinemaya olan ilgimi ve bilgimi bu çatı altında sürdürüp geliştirmemin daha doğru olacağı sonucuna ulaştırdı. Nuh’un bir diğer katkısı ise, çağdaş kültürün bütün dinamiklerini küçümseyerek hayatın menbaı olan oluşu hiçe sayan ve iyiyi, doğruyu ve güzeli hiç usanmadan yüceltmeci bir şekilde ölü/donmuş/durağan bir geçmiş tasavvuruyla sınırlayan, kısacası “geçmişi kutsayan, şimdiyi yok sayan” Büyük Üstat’larla yollarımı ayırmamın kaçınılmazlığını ve gerekliliğini bana şu cümlesiyle işaret etmiş olmasıydı: “Mezar kazıcıları hâlâ işlerinin başında mı?” Eğer yaşamak istiyorsam, çağına yabancılaşmış bu huzursuz mezarcılarla ahbaplığımı sonlandırmalıydım; çünkü hayata giden yol, onların küreklerinin ucundan geçmiyordu.
Ve Londra’dayım
İşte bütün bu zorluklar geride kaldı ve Londra’da yepyeni bir hayatın kıyısında geziniyorum. Şu ana dek neler mi gördüm? Yukarıdaki iç karartıcı bahislerden sonra şimdi güzel şeyler anlatacağım. Londra’ya geldiğim ilk günlerde gündüzler ve akşamlar okul kayıt işleriyle uğraşmanın ve oryantasyon toplantılarına katılmanın yanı sıra etrafı tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yemek pişirmeyi öğrenmek, sergi ve konserlere gitmek gibi işlerle, geceler ise geç saatlere kadar okuyarak geçiyordu. İçlerinde en aşina olmadığım iş hiç kuşkusuz yemek pişirmekti. Yirmi yedi sene boyunca ailenin en küçük çocuğu olarak deyim yerindeyse “bir şehzade gibi” büyütülmüştüm. Yemeklerim önüme hazır geliyor, tabağımdaki meyveler bile doğranmış bir halde sunuluyor, giysilerim yıkanıp ütülenerek dolabıma asılıyordu. Hatta öyle ki, evin alışverişleriyle bile ben ilgilenmiyor, ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyordum. Yaptığım tek şey vaktimi kütüphanede, konserlerde, akademik toplantılarda, ahbap ziyaretlerinde geçirmek ve mümkün olduğunca daha çok yeri gezip görmekti. Tuhaf olan şey, bana sunulan bunca imkana ve gösterilen titizlik ve ihtimama karşılık şımarık bir züppeye dönüşmemiş olmamdı. Yine de benim bu “şehzade gibi büyütülmüş” olma durumum, yurtdışına gidişim kesinleştiğinde evdekileri iyiden iyiye telaşlandırdı. Yumurta pişirmekten başka bir şey bilmeyen, yatılı kalmanın zorluklarından habersiz bu bünye, gurbet ellerde bunca yükü taşıyabilir miydi acaba?
Bu kaygı elbette haklı nedenlere dayanıyordu. Yine de bir “sözde şehzade” olarak dedelerimden daha başarılı olduğum söylenebilirdi. Zira Osmanlı hanedanı ülkeden Cumhuriyet idaresi tarafından sürüldüğünde sıradan hayatın gerçeklerinden o kadar habersizdi ki, bir kahya Sultan’a karnıbahar alıp getirdiği vakit Sultan “Ay ne güzel çiçekler, vazoya koyalım” diyebilmişti. Hiç değilse ben nasıl pişirileceklerini henüz bilmesem de sebzeleri, meyveleri tanıyordum. İlk günlerde sıklıkla gerçekleştirdiğim market gezilerim pedagojik amaçlıydı. Bu gezilerin kökeninde yatan temel problematik şuydu: Acaba orda yiyebileceğim neler var ve nasıl pişirilirler? Bu durumum, insanlık tarihinin erken dönemlerinde, yani Paleolitik Çağ’da yaşamış herhangi bir ‘toplayıcı’ türdeşimle özdeş olduğumu derinden derine hissettiriyordu. Fakat iyi bir aşçı olma yolundaki evrimimi çok hızlı tamamladığımı da söylemeden edemeyeceğim. İlk denemelerim elbette makarnalardı ve gayet başarılıydı: pesto soslu penne, mantarlı ravioli ve bolonez soslu spagetti. Sonraki denemelerim balık ve tavuk yemekleriydi: mantarlı-fındıklı somon fileto fırında, köri soslu sebzeli tavuk. Somonu bazen brokoli, mısır ve haşlanmış minik patateslerle süsleyerek ve özel baharatlarıyla zenginleştirerek pişirdiğim de oluyordu. Bir defasında evdekilerin şaşkın bakışları arasında permecano peynirli mantarlı krep, bir başka seferinde ise sıcak çikolata soslu brownie bile yapmıştım. Mutfak işlerinde benden daha yaratıcı bir arkadaşım var burda: Buğra. Sebzeli bohça böreği ve dolmalar gibi Türk mutfağının güzelliklerini sofraya getirebilmesinin yanı sıra karidesli noodle ve fajita gibi Çin ve Meksika yemeklerini pişirmekteki maharetinin de açıkça gösterdiği gibi, Buğra mutfak işlerinden iyi anlayan, farklı lezzetleri keşfetmeye açık, yaşamı estetize etmeyi seven, zevk-i selim sahibi bir lisansüstü hukuk öğrencisi. Sözü fazla uzatmayayım; üç ay içinde yemek pişirmeyi hakkıyla öğrendim ve göz kararıyla pişirdiğim ve yeni denediğim bazı yemeklerin tariflerini anneme verdim.
Bu Şehirde Neler Oluyor?
Londra ilk geldiğimden beri büyüsüne kapıldığım ve içimde “burda yaşamalıyım” isteği doğuran bir şehir. Burası insanlarından lokantalarına, kütüphanelerinden sahaflarına, müzelerinden konser salonlarına, parklarından alışveriş yerlerine, market raflarından üniversitelerine kadar tam bir “çeşitlilik patlamasının” yaşandığı bir şehir. Onu büyüleyici kılan da işte bu insana bol seçenek sunan dinamik yapısı… Üstelik bu çeşitlilik New York’taki kadar yorucu olmadığı gibi şehrin mimari yapısı da devasa NY gökdelenlerinden farklı olarak “insani” boyutlarda. Şehrin yeraltının metro ağı ile örülmüş olması, ulaşımda zaman kaybetme derdini büyük ölçüde çözmüş görünüyor. Londra’nın havası, suyu, doğal ve tarihi zenginliği her ne kadar İstanbul’la kıyaslanamazsa da, şehrin merkezlerindeki geniş parkları ve düzenli şehir mimarisi insana nefes aldırıyor ve bu yönüyle İstanbul’un boşluksuz dipdibe yapılarıyla insanı bunaltan boğucu atmosferinden ayrılıyor. Kültürel ve sanatsal etkinliklerin niteliksel ve niceliksel çokluğu açısından ise dünyada buraya rakip olabilecek tek şehir New York. Hal böyle olunca insan bu şehirde nereden çıkıp nereye gideceğini şaşırıyor.
Saint Martin’s Church’teki büyüleyici konserleri ilgiyle takip etmeye çalışıyorum. Bach, Mozart, Vivaldi, Handel, Rachmaninov ve Barok şaheserler üzerine tertip ettikleri tematik konserlerin yanı sıra bazen caz konserlerine de yer veriyorlar. Şu ana değin ayrıca İngiltere Kraliyet Sanatlar Akademisi’ndeki bazı sergilere de katılma fırsatı buldum. Bunların yanı sıra Londra Üniversitesi Şarkiyat ve Afrika Araştırmaları Okulu’nda (SOAS) Osmanlı sanat tarihi üzerine doktora eğitimini sürdüren sevgili dostum Philippe Bora Keskiner’le uzun sohbetler ettiğimiz ev toplantıları tertip ettik ve Green Park yürüyüşleri yaptık. Bu ev toplantılarımıza ileride Londra’daki diğer dostlarımız serhanende Serkan Delice ve rahmetli Cinuçen Tanrıkorur’un talebelerinden Udi Tolga Bektaş’ın da katılmasını kararlaştırdık. Uzun ev sohbetlerimizde edebiyattan görsel sanatlara, klasik sanattan güncel sanata, felsefeden sanat tarihine uzanan konular konuşuyor; bazen bir metni açıp biraz okuyor, eğer sıkılırsak musiki meşk ediyoruz. Bora konservatuar mezunu ve Ruhi Ayangil’in talebesi. Musiki nazariyesinin yanı sıra kendisi bilhassa Osmanlı’da hat sanatının gelişim evrelerini öğrenmem için bana yardımcı oluyor. O, kelimenin tam anlamıyla bir Mustafa Rakım hayranı. Klasik sanatların ve çağdaş sanatların her ikisinden de zevk alan bir insan olarak kanaatim o ki, eski sanattan zevk alabilmek herkesin harcı değil kuşkusuz. Fakat her ne kadar insan mazide üretilmiş sanat eserlerinden zevk alabilirse de, yine de bu zevk, onun güncel sanat eserlerinden alacağı zevki asla perdelememeli ve kişi güncel sanatın yeni dilini öğrenmeye de heves etmeli. Bu genç adam bu bakımdan da zengin bir kişiliğe sahip.
Bora beni birkaç defa da üyesi olduğu Kraliyet Asyatik Cemiyeti’nin bazı seçkin toplantılarına götürdü. Bunlardan birinde Bora’nın SOAS’taki danışman hocası Prof. Dr. Doris Behrens-Abouseif, “The Mosque of Sultan Hasan: Architecture and the Arts of the Book” (Sultan Hasan Camii: Mimari ve Kitap Sanatları) başlıklı bir konferans verdi. Aralık ayı programında ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Edhem Eldem “The Ottoman Culture of Death: A Vision of Modernity and Change” (Osmanlılarda Ölüm Kültürü: Modernlik ve Değişim) başlıklı konferansında Foucaultcu bir perspektiften Osmanlı’da iktidarın emperyal bir güce kavuşmasından sonra kendisini mezar taşlarında nasıl görünür kıldığını ve pekiştirdiğini örneklerle açıkladı. Royal Asiatic Society’de ayrıca SOAS’ta Osmanlı sanatı üzerine çalışan diğer bazı Türk doktora öğrencileriyle de tanıştım.
Goldsmiths’te Doktora: Çağdaş Sanat ve Küratöryel Teori
Doktora eğitimimi sürdürdüğüm Londra Üniversitesi Goldsmiths Koleji’ndeki Görsel Kültürler Bölümü’nün sıcak bir atmosferi var. Sanat Tarihi, Resim, Sinema kökenliler dışındaki hocalar ya felsefe kökenli, yahut felsefi eğilimleri güçlü kişiler. Bölümde en güçlü ekoller fenomenoloji (bilhassa Heidegger ve Merleau-Ponty), eleştirel teori ve yapısökümcülük. Mesela kendisinden ‘felsefi estetik’ dersi aldığım Prof. Dr. Alexander Garcia Düttmann Alman asıllı bir felsefeci ve şu anda Goldsmiths’te bir Felsefe Bölümü kurmak için gerekli çalışmaları yürütüyor. Ayrıca Lisansüstü Okulu (Graduate School) çatısı altında Prof. Dr. Alexander Garcia Düttmann, Prof. Dr. Howard Caygill, Dr. Jean-Paul Martinon ve Dr. Alberto Toscano yönetiminde çalışan bir Kıta Felsefesi Araştırmaları Topluluğu var.
Kayıtlı bulunduğum Görsel Kültürler ve Küratöryel/Bilgi doktora programlarının mutat seminerlerini takip ediyorum. Küratöryel/Bilgi programı, profesyonel manada küratörlükten (curating) farklı olarak küratörlüğe dair kuramsal bir düşünce üretimini (the curatorial) hedefliyor. Curatorial/Knowledge başlığı ise, bir bilgi üretimi ve bilgi ile bağlantı kurma olarak küratörlük anlayışına atıfta bulunuyor. Bu anlayışa göre ‘bilmek’, birtakım malumatı ve türlü malzemeyi içine çekmek yahut basitçe tahlil ve yorumdan ziyade bizim çeşitli eylemlerimiz yoluyla etkin bir şekilde ürettiğimiz bir şeydir. Curating müze yahut galerilerde sergileme faaliyetleri tertip etmek gibi daha teknik konularla ilgilenirken, the curatorial sergi mekanında küratör tarafından maksatlı yahut gayriihtiyari olarak üretilmiş olan ne varsa derin bir bakışla keşfeder. Bununla seyirlik yahut seyirlik olmayan bilgi, performanslarda gömülü bulunan ideolojiler, bilginin etkileşimli, ilişkisel ve katılımcı doğası, bilinebilirliğin sınırları ve bilginin imkanları ve bütün bunlara ilave olarak küratöryel’in üretiminde kullanılan bütün bilgi kaynakları -historiyografik, küratografik, tecrübi- kastediliyor. Kısacası bu alanın amacı, bir küratörlük faaliyetleri bilimi kurmak yahut nasıl sergi düzenleneceğine dair teknik bilgi üretmek değil, küratörlük faaliyetleri üzerine bir söylemin açığa çıkış imkanlarını keşfetmektir. Bu söylem zorunlu olarak tarihsel, kuramsal, eleştirel, epistemolojik ve siyasalın bir terkibidir. İşte bu doktora programı sözü edilen bu biraradalıklarla küratörlerin, sanatçıların, düzenleyicilerin, editörlerin ve maddi kaynak sağlayan kurumların içerisinde beraberce ‘görsel bilgi’yi ürettiği çeşitli çerçeveleri keşfetmeyi amaçlıyor.
Programa halihazırda kayıtlı bulunan öğrenciler ABD, Almanya, Belçika, Danimarka, Hindistan, Hollanda, İrlanda, İsrail, İtalya, Kanada, Kore, Polonya, Portekiz ve Türkiye’den geliyor ve yine bunların büyük çoğunluğu ABD, İngiltere, İsrail, Kanada, Asya ve Avrupa’daki diğer ülkelerdeki modern sanat müzeleri ve çağdaş sanat galerilerinde ‘küratör’ olarak çalışmış veya çalışıyor. Birkaçından kısaca bahsetmem gerekirse: Joshua Simon, birçok diğer serginin yanı sıra İsrail’de düzenlenen 1. Herzliya Çağdaş Sanat Bienali’nin küratörlüğünü yapmış. Simon ayrıca İsrail’de İbranice yayın yapan sinema dergisi Maarvon: New Film Magazine’in yanı sıra Maayan: Journal of Art and Poetry’nin de editörlüğünü yürütüyor. Polonya’daki Wyspa Institute of Art’ın kurucularından ve halihazırdaki yöneticisi olan Aneta Szylak, İstanbul Bienali de dahil olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde sergiler düzenlemiş başarılı bir küratör. Jenny Doussan ise Metropolitan Museum of Art, Gugenheim Museum, Museum of Modern Art – New York (MoMA) gibi dünyanın önde gelen müzelerinde küratör olarak çalışmış.
Yeri gelmişken, Goldsmiths’in kütüphanesinin de hayli geniş olduğunu söylemem gerekir. İki katlı kütüphanenin birinci katı diğer alanlara ayrılmış, ikinci katında ise sadece sanat kitaplarına yer veriliyor. Burada aradığım kitapların çoğunu bulabiliyorum. Ne yazık ki Türkiye’de sanat üzerine kurulmuş bu çapta tematik bir kütüphane bulunmuyor. Bu eğitim yılı içerisinde Görsel Kültürler ve Küratöryel/Bilgi programlarının mutat seminerleri ve çalıştayları dışında ayrıca Contemporary Art Theory başlıklı master programı kapsamında verilen şu iki dersi ‘dinleyici’ olarak takip ediyorum: Judgment and Creation: Kant’s Third Critique and Interpretations of It (Alexander Garcia Düttmann); Frankfurt School to Deconstruction and Beyond (Simon O’Sullivan, Alexander Garcia Düttmann, Astrid Schmetterling).
Küratöryel/Bilgi Seminerleri
Dört-beş haftalık periyotlar halinde farklı profesörlerin yönettiği Visual Cultures seminerleri her hafta yapılırken, Irit Rogoff ve Jean-Paul Martinon yönetimindeki Curatorial/Knowledge seminerleri iki ayda bir yapılıyor ve bunlardan sondan bir önceki seminer geçtiğimiz Aralık ayı başında Londra Üniversitesi, Kopenhag Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Doktora Okulu, Overgaden Gallery ve Danimarka Kraliyet Sanatlar Akademisi (Kunstakademiet) işbirliğiyle Kopenhag’da düzenlendi.
13. Küratöryel/Bilgi Semineri’nin ilk günkü oturumları Kopenhag Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Doktora Okulu’nda gerçekleştirildi. Oturum Kopenhag Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyeleri Prof. Dr. Frederik Tygstrup ve Doç. Dr. Rune Gade’in yaptığı açılış konuşmaları ve Kopenhag Üniversitesi’nde çağdaş sanat adına yürüttükleri faaliyetlerin sunumuyla başladı. Ardından Goldsmiths’ten Küratöryel/Bilgi doktora program direktörleri Prof. Dr. Irit Rogoff ve Dr. Jean-Paul Martinon programın amacı, yapısı ve program çatısı altında oluşturulmaya çalışılan kavram örgüsü hakkında konuştular. Daha sonra U-Turn Quadriennale’in artistik direktörleri Solvej Helweg Ovesen, Charlotte Bagger Brandt ve Judith Schwarzbart tarafından söz konusu kadrienal üzerine bir sunum ve ardından tartışma gerçekleşti. Programın ikinci günkü oturumları Overgaden Gallery’de galerinin artistik direktörü Cecilie Høgsbro Østergaard’ın ve Copenhagen Free University’den Jakob Jakobssen’in sunumları ile açıldı. Akabinde doktora öğrencileri Sarah Pierce (Goldsmiths), Jesper Rasmussen (Kopenhag Ü.), Peter van der Meijden (Kopenhag Ü.) ve Lars Bang Larssen’in (Kopenhag Ü.) sunumları ve her sunumu takip eden sorular ve tartışma bölümleriyle ikinci gün tamamlanmış oldu. Üçüncü günkü oturumlar ise Danimarka Kraliyet Sanatlar Akademisi’nde Goldsmiths’ten danışmanım Dr. Jean-Paul Martinon’un The Horizon of the Curatorial başlıklı sunumuyla başladı. Martinon bu sunumunda Husserl’in Ideen zu einer reinen Phänomenologie und phänomenologischen Philosophie (1913) adlı eserinde geliştirdiği Horizont (ufuk) kavramının küratöryelin fenomenolojisi içerisinde nasıl bir yer tutabileceği sorunu üzerine yoğunlaştı. Martinon’un sunumu bilhassa Irit Rogoff’un ve Goldsmiths doktora öğrencileri olarak bizlerin sorularıyla genişçe tartışıldı. Seminerin son oturumu sanatçı ve küratör Søren Andreasen’ın Expedient Structures: On Mediation and Contemporary Art başlıklı sunumuyla tamamlandı.
14. Küratöryel/Bilgi Semineri ise 23-25 Ocak 2009 tarihlerinde Londra’da Goldsmiths, University of London çatısı altında gerçekleşti ve İsrail’deki Bar İlan Üniversitesi’nde görsel kültürler ve çağdaş felsefe dersleri veren Dr. Ariella Azoulay’ın konuk konuşmacı olarak katıldığı oturumla başladı. Ekim 2008’de piyasaya çıkan The Civil Contract of Photography başlıklı kitabın da yazarı olan Dr. Azoulay, İsrail’in son olarak Gazze’de gerçekleştirdiği katliamın hiçbir yerde yayımlanmamış “açık değil örtük şiddet içeren” fotoğrafları eşliğinde işgalin tarihçesini sundu. Azoulay ayrıca işgalin tarihiyle ilgili olarak küratörlüğünü yaptığı ve Haziran 2007’de Tel Aviv’deki Minshar Art Gallery’de düzenlenen Act of State, 1967-2007: A Photographed History of the Occupation başlıklı eleştirel bir fotoğraf sergisi hakkında da bilgi verdi. Kronolojik ve tematik iki eksenden oluşan serginin içeriğini oluşturan fotoğraflarla arşivlerde ilk defa karşılaştığı anı “gördüklerim, işlediğimiz suçlardı” cümlesiyle özetleyen Azoulay, İsrail’de işgali ayrıntılı bir şekilde resmeden arşiv fotoğraflarının araştırmacılar tarafından kullanılmasına izin verilmediğini de sözlerine ekledi. Sunumunda kitabının temel tezine de sıklıkla atıfta bulunan konuşmacı, “fotoğrafın fotoğrafçının bir ürünü ve fotoğrafçıya ait olmadığını, fakat fotoğrafçı ile fotoğraflanan kişinin bir karşılaşması, yani farklı protagonistlerin ortak ürünü olduğunu” belirtti. Buna göre, her fotoğraf fotoğrafçı ile fotoğraflanan arasındaki karşılaşma anının izlerini taşır ve karşılaşan taraflardan hiçbirisi bu görsel kitabeyi kontrol edebilme yahut izlerde olacakları belirleyebilme gücüne sahip değildir. Fotoğraf hiçbir zaman tamamlanmış değildir, her an “beklenmeyen”in müdahalesine açıktır. Fotoğraf hiçbir şeyi sabitlemez ve kimseye ait değildir. Fotoğraflar ne mesaj taşır ne de hakikat iddiasındadır; yalnızca bir söylem için başlangıç noktasıdır. Hakikati taşımadıkları gibi onu çürütmezler de. Fakat fotoğrafların hakikati sunmuyor oluşu, bizim hakikat arayışından vazgeçmemizi gerektirmez. Fotoğraf hakikati taşımaz ama hakikat için deliller sunar. Yine de bir suçun yahut adaletsizliğin fotoğrafı dahi bir delil olmanın çok ötesindedir; o üzerimize bir görev ve sorumluluk yükler. İşte fotoğrafın bu yularından boşanmış hali fotoğrafa özgü etik ve siyaset meselelerini yepyeni bir tarzda düşünmeyi icap ettirir. Özetle Azoulay, siyaset için görsel mekan yaratmada fotoğrafın oynadığı rolü sorguluyor ve fotoğrafın siyasi ve ahlaki statüsünü kuşatıcı bir şekilde yeniden düşünmeyi öneriyordu.
İsrail devletinin yurttaşları olmayan Filistinlilerin 1948’den bu yana çekilmiş fotoğraflarından hareketle İsrail ulus devleti içindeki ‘kendi’ yurttaşlığını sorgulamaya ve tanımlamaya çabaladığını belirten ve fotoğraf kavramını siyaset teorisi bağlamına oturtarak fotoğraf üzerinden ‘yurttaşlık’ kavramını sorgulayan Azoulay, siyaset felsefesinin ‘toplumsal sözleşme’ teorilerinin dikey düzlemde devletle yurttaş arasındaki mukaveleden öte bir öneri getirmemesi dolayısıyla yetersiz kaldığını, halbuki içinde yaşadığımız dünyada yurttaşlığın daha geniş bir kavram olarak yatay düzlemde sivil bir çerçevede yeniden düşünülmesi gerektiğinin altını çizdi. Fotoğrafın Sivil Sözleşmesi başlıklı kitabında modern yurttaşlık tarihinin anahtar metinleri sayabileceğimiz İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesi’ni, ayrıca Giorgio Agamben, Hannah Arendt, Olympe de Gouges ve Jean-François Lyotard’ın ilgili eserlerini sıkı bir şekilde denetleyen Azoulay’a göre fotoğraf hem bireylerle onları yöneten güç arasındaki bir dizi ilişkidir hem de bu gücü sınırlandıran eşit bireyler arasındaki bir ilişki biçimidir. O halde şu soru sorulmalı: Fotoğraftaki öznenin bana hitap ettiği bu mekan nedir? O politik bir mekandır. Peki bu politik mekanda birbirimizle olan bağları sağlayan nedir? Azoulay’a göre özneler arasındaki bu bağlantıyı fotoğrafın sivil sözleşmesi sağlar. Fotoğrafın Sivil Sözleşmesi başlıklı kitap, devletsiz bir kimse dahi olsa, diğerlerine fotoğraflar aracılığıyla hitap eden yahut fotoğrafın muhatabı olan kişinin nasıl fotoğraf yurttaşlarından bir yurttaş olacağını gösteriyor. Fotoğrafın sivil sözleşmesi, kişinin diğerleriyle bir iddiasını paylaşabilmesini yahut diğerlerine hitap edebilmesini sağlıyor. Fotoğrafın sivil sözleşmesi, Susan Sontag’ın Regarding the Pain of Others’da ortaya koyduğu fotoğraf anlayışından çok farklıdır; çünkü Azoulay’ın bize gösterdiği 1982’de çekilmiş fotoğraftaki Filistinli bakkal, kameraya doğru kaldırıp elinde tuttuğu kırık asma kilitle İsrail ordusunun saldırılarının delilini sunuyor ama onun yüzünde hiçbir acı ifadesi yer almıyor; bu yüzden, Azoulay’a göre o, acısını sergileyen bir kurban değil, muhataplarına olan biteni gösteren etkin bir faildir.