Princeton Postası
14 Şubat 2010. 9 ay 10 günlük Amerika seferinin ilk günü. Sabah 10.30 civarlarında kalkan uçağımız 14.30 gibi New York J. F. Kennedy Havalimanı’na iniş yaptı. Vakıa doğu vilayetlerimizin erken iftar açması vesilesi ile ne idüğünü anladığımız meridyen farkından kaynaklanan saat farklılığını, ziyadesiyle tecrübe ediyoruz. 11 saat süren yolculuk meğer 4 saat sürmüş, ömrüm 7 saat uzamış gibi… Güneşli bir hava ve fakat aynı zamanda keskin bir ayaz. Bir türlü öteleyemediğim –hararetten mütevellid– çay içme arzusu, altındaki dört tekerin dördünün de bir işe yaramadığı bavulum ve elimdeki kaba yol tarifi ile New Jersey/Princeton’a revan oluyorum. Yol, iz bilmezliğimi hesaba katarsak benimkisi “revan olmak”tan ziyade “Ya nasip” deyip yola düşmek. Gelgelelim her ne kadar yol, iz bilmesem de karamsar değilim. Darda kaldığım zamanlarda, ellerinde adresleri dahi olmaksızın Avrupalara giden Jön Türkler ve bâhusus Amerika’yı teşrif eden Ubeydullah Efendi hatırıma geliyor ve ferahlıyorum. Haddizâtında fakir de onlarla hemdem olmaya gayret etmiyor muyum?! Al işte bana fırsat… Havalimanından dışarıya adım atar atmaz şöyle bir durup etrafa bakıyorum. “Ulan Amerika ya ben seni fethedeceğim ya sen beni” makamında değilim ama herhalde bu durup bakmada Yeşilçam filmlerindeki Haydarpaşa sahnelerinin de etkisi olsa gerek. Aman efendim, limuzinlerin biri geliyor biri gidiyor… Demek filmlerde gördüğümüz kadar varmış diye geçiriyorum içimden, ama daha Penn Station’a giderken bu ilk izlenim yerle bir oluyor. New York’un en sünepe hâl ve mahallerini bu yolculuk esnasında gördüm. Sonra; yola çıkmadan önce bir bir önümden geçen Amerikan arabaları yavaş yavaş yerlerini Asya arabalarına bırakıyor: Honda, Toyota, Nissan zibil gibi. İlk şaşkınlığım. Demek ki adamlar kast-ı mahsusla kendi arabalarını kullanıyorlar filmlerde. Vatandaşın tercihleri bambaşka. İmdi; bu yazının maksadı Amerika, Amerikalılar yahut New York hakkında malumat vermek olmayıp Princeton ve daha ziyade Princeton Üniversitesi izlenimlerini aktarmak olduğundan sair yerlere dair fazla kelam etmeyeceğim. Mamafih bir parça görmüşlüğüme nazaran New York hakkında diyeceğim ki: Azizim, bu New York dediğimiz eyalet ile ortalama bir Türk’ün zihnindeki New York imajı arasından epeyce fark vardır herhalde. Bizim New York’umuz Manhattan’dan müteşekkil bir dünya. Velakin, Manhattan New York’un mühim bir cüzü olmakla beraber sadece bir cüzü. Siz ne düşünürsünüz Manhattan hakkında bilmem ama; burası yetmiş iki milletin bir arada olduğu, kalabalık, geniş ama pis kaldırımlı, berbat trafikli, homelessten geçilmeyen bir metropol. Bir de metrosu var ki, herhalde, diyor insan, inşasından beri temizlenmemiş. Havasız, fena bir pis koku ve elbette fareler. İnsan bu hâli gördükten sonra Ninja Kaplumbağalar’ın ve terbiyecileri olan farenin metroda yaşamalarına şaşırmıyor. Bir de hakkını yememek için başta Central Park olmak üzere muhtelif parklarını zikretmek gerekir. Her ne kadar bu muhtelif parklar yüksek yüksek binalar arasında kaybolsalar da… Keşke mümkün olsaydı da Evliya Çelebi’den okuma imkânımız olsaydı New York’u diye geçirmiş durmuşumdur içimden. Belki öbür tarafta dinleriz… Şimdilik Selim Karlıtekin’i bekleyeceğiz… Her ne ise; New York Penn Station’dan bineceğim New Jersey treninden Princeton Junction durağında inecek ve oradan da 146 senedir hizmette olan Dinky’ye binerek Princeton’a varacağım. Princeton’a varmadan önce şunu da belirtmek isterim ki bu memleketin trenlerinde de iş yok. Ne hızlı trenleri pek hızlı ne de normal trenleri bizim TCDD’den hızlı. Bir hayal kırıklığı daha. Demek ki diyorum, bu adamlar Keynes’ten sonra bir arpa yol alamamışlar ya da dünya ile ilgilenmekten kendilerine vakit ayıramamışlar. Geçelim…
Akşam 6:30 gibi nihayet Princeton’dayım. Çay faslı ve hemen ardından kısa bir Princeton turundan sonra sabah ola hayrola deyip uykuya geçiyoruz. Efendim, okuduğum yazdığım benim olsun, ben şimdi size kalemim yettiğince izlenimlerimi aktarayım.
30.000 civarında bir nüfusa ve ortalamanın üzerinde bir gelir düzeyine sahip küçük bir kasaba olan Princeton, New Jersey’nin de refah seviyesi en yüksek kasabası aynı zamanda. New Jersey’nin başkenti Trenton’a 15 dakika New York’a ise 1 saat mesafede (trenle) yer alan Princeton aslında Anadolu’da örneklerine fazlasıyla rastlayacağımız türden tek caddeli bir şehir. Bizde umumiyetle “Cumhuriyet” tesmiye kılınan caddelerin buradaki muadili Nassau Setreet. Caddenin bir yanı meskûn mahaller ve mağazalar diğer yanı ise bilimsel mekânlar. Mekânlar diyorum; zira Princeton’daki kayda değer tek akademik merkez Princeton Üniversitesi değil. Ayrıca; çalışmalarını tamamen araştırmalara hasreden ve alanlarında birer otorite mesabesinde pek çok Nobel ödüllü hocayı da bünyesinde barındırmış olan/barındıran Institute for Advanced Study de burada yer alıyor. Üniversite ile kurumsal olarak herhangi bir bağı bulunmamakla beraber Institute for Advanced Study’deki hocaların bir kısmı dün de bugün de Üniversite’de ders vermeye devam ediyor. Yeri gelmişken Albert Einstein’in kadrosunun da esas itibari ile Institute for Advanced Study’de olduğunu, bununla beraber Princeton Üniversitesi’nde de dersler verdiğini bir örnek olarak belirtelim. Mevzu dâhilere intikal etmişken, Akıl Oyunları ile popülaritesi epeyce artan John Nash’in de Princeton’da yaşadığını dedikodu mahiyetinde bir bilgi olarak paylaşayım. Bu üniversitenin en kayda değer mekânı benim açımdan hiç şüphesiz Firestone Library. Üniversite bünyesinde irili ufaklı 12 kütüphanenin (buradaki ufaklı sıfatını pek ciddiye almayın zira bir kaç istisnayı dışta tutarsak her birinin İSAM’dan daha fazla kitap ihtiva ettiğini söyleyebilirim) en büyüğü. Diğer kütüphaneler belirli bir disipline hasredilmiş yahut yoğunlaşmışken Firestone ana kütüphane olarak hizmet veriyor ve hâliyle pek çok disiplinden kaynaklar ihtiva ediyor. Türkiye standartlarının fazlasıyla üzerinde olan bu kütüphane –kendi istatistiklerine göre– 6 milyondan fazlası matbu kitap olmak üzere 13 milyon civarında matbu/gayrımatbu kitap/yazma/belgeye sahip ve bu rakama ilaveten her ay yaklaşık 10.000 yeni eseri bünyesine katıyor. Buna bir de kütüphane üyelerinin Yale, Brown, Columbia, Pennsylvania, Cornell ve Dartmouth üniversitelerinin kütüphanelerinden kitap getirtebilme imkanını da ekleyince Türkiye ile aradaki mesafe çok daha fazla açılıyor. Firestone’un kayda değer bir başka özelliği ise, açık raf sistemi ile işleyen bir kütüphane olması. İnsanın bu kadar çok kaynağa bu kadar kolay erişebiliyor olması İSAM’ın banilerine duahan olan benim için aynı zamanda bir teessür, teessüf ve sövgü sebebi de. “Niçin böyle bir kütüphanemiz yok?” ya da “bizde de böyle kütüphaneler olsa herhalde dünyaya kök söktürürdük” meâlinde beyhude temenniler gelip gelip gidiyor. Herhalde mesele, bizde kütüphane olmamasından ziyade iddia olmaması. Öyle ya başka türlü Milli Kütüphane’deki rezaleti yahut diğer kütüphanelerdeki fukaralığı nasıl izah edebiliriz… Firestone’a dair bahsetmem gereken bir diğer husus kitapların güvenlik sistemi ile alakalı. Bu kütüphanede kitapların kayıt dışı bir şekilde dışarıya çıkarılmalarını önlemeye yönelik her hangi bir uyarı ve güvenlik sistemi bulunmuyor. Güvenlik adına yapılan tek şey kütüphane çıkışında görevlilerin çantanıza şöyle bir bakmasından ibaret. Pekala pek çok şekilde bahaya gelmez kitapları dışarıya çıkarabilmek mümkün. Bu durumu, “Amerika’da ya da Princeton’da insanlar o kadar dürüsttür ki …” şeklinde başlayan cümle veya cümleler ile izah etmek isteyenler olabilir mi bilemem ama fikrimce bunun “miskinlik”ten öte bir açıklaması olmasa gerek. Kaldı ki, resmen doğrulanmış olmasa da bazı zevatın hususî kütüphanelerini neredeyse buradan çıkardıkları binlerce kitapla oluşturduklarına dair hikâyeler ağızdan ağıza, kulaktan kulağa dolaşa gelmekte. Son olarak; Osmanlıca-Türkçe, Arapça, Farsça ve İbranice ağırlıklı olmak üzere 230.000 ciltlik Near Eastern koleksiyonunun da bu binada olduğunu belirterek bu bahsi kapatayım.
Dinî Hayat
Princeton gayrimüslim dünyadaki kampüsler içerisinde en büyük üçüncü kiliseye sahip. Pek tabi, kilisenin büyük olması üniversite mensuplarının çok da dindar oldukları anlamına gelmiyor. Şu ana kadar lebalep dolu olduğuna şahit olmadığım gibi neredeyse dolmuş mesabesini de görmüşlüğüm yok. Kiliseye âbidlerden ziyade yerli turistler rağbet gösteriyor. Bir de düğünler için sıklıkla kullanılıyor. Bununla beraber; Amerikalı ve çekik gözlüler başta olmak üzere yetmiş iki milletten* ve muhtelif dinlerden öğrencilere sahip olan Princeton’da dinî hayat bu kiliseden ibaret değil. Kilisenin hemen çaprazında bulunan Murray-Dodge Hall aynı zamanda dinî ofis olarak hizmet veriyor. Bu çerçevede Müslüman öğrencilerin dinî ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan Muslim Student Association ve onun başkanı, cemaatin imamı, nikâh da dâhil olmak üzere bütün dinî işlerden sorumlu olan ve aynı zamanda Princeton Üniversitesi personeli/memuru olan Suhaib N. Sultan’ın ofisi bu binada yer alıyor. Binanın en üst katında Müslüman öğrencilerin vakit namazlarını kılabilmeleri için abdesthane ve küçük bir mescid bulunuyor. Cuma namazları ise daha kalabalık olduğu için –kadınlarla beraber 40 kişi civarında– binanın giriş katında bulunan salonlardan birisinde ifa ediliyor. Hâkeza, Ramazan ayı boyunca da gâh üniversitenin gâh sair Müslümanların maddi yardımları ya da öğrenciler tarafından hazırlanan yemeklerle donatılan iftar sofraları da bu salondaydı. Türkiye’de olduğu gibi en kalabalık cemaate sahip olan namaz olduğu için üniversite bayram namazları için daha geniş bir salon tahsis ediyor. Ramazanı burada geçirmiş olmam münasebeti ile şunu da ilave etmek isterim ki, 30 gün boyunca muhtelif mutfaklardan yediğimiz iftar yemekleri içerisinde en lezzetlilerinin başında kesinlikle Türk mutfağı geliyor. Müteakip sıralar ise Osmanlı’nın taht-ı hâkimiyetinden ya da rahle-i tedrisinden geçmiş ülkelerde.
***
Princeton Üniversitesi, College of New Jersey adıyla 1746 yılında New Jersey – Elizabeth’te kurulmuş ilk kez. 1756 yılında ise Princeton’a taşınarak faaliyetlerine Nassau Hall’da devam etmiş. Princeton’ın başkentlik yaptığı 4 ay boyunca Meclis fonksiyonu da gören Nassau Hall şu anda kısmen müze olarak hayatiyetini sürdürüyor. Nassau Hall Princeton Üniversitesi kampüsünde yer alan en eski bina olma özelliğini de taşımakla beraber kampüs içerisindeki diğer binalar da onu aratmayacak denli eski ya da eski gibi. Son derece modern çizgiler taşıyan birkaç binayı dışta bırakacak olursak kampüs tarihî bir hüviyete ve mimarî haysiyete sahip izlenimini ziyadesi ile veriyor. Buna, –aslında bunu New Jersey’inin ya da diğer adı ile Garden State’in tamamı için söyleyebiliriz; zira bu bölge yerleşim mekânı olmadan önce yağmur ormanları ile kaplı imiş– pek çoğu binalar kadar ya da binalardan daha yaşlı duran devasa ağaçları da eklersek tablo biraz daha net hâle gelecektir. Zannederim kampüsün, birbirinin mütemmim cüzü olarak görebileceğimiz mimarî ve doğal hususiyetleri Princeton öğrencilerinin kimlik algılarını ve üniversiteye aidiyet duygularını müspet yönde etkiliyor. Bugüne kadar Türkiye dışındaki akademik geleneklerle karşılaşmamış ve hatta devlet üniversitesinden dışarıya adım atmamış birisi olarak beni en çok etkileyen, düşündüren ve yer yer şaşırtan meselelerden birisi buradaki üniversite ve öğrenci ilişkisinin yahut da biraz önce bahsettiğim aidiyet duygusunun kuvveti oldu diyebilirim. Zira devletten çok az yardım alan yahut da almayan bu özel/vakıf üniversitesinin temel gelir kaynağını mezunlarının yaptığı bağışlar teşkil ediyor. Mevzunun ehemmiyetini vurgulamak için birkaç rakam vermem gerekirse: Princeton Üniversitesi’nin bağış havuzunda 12,6 milyar dolar bulunuyor (Bu rakamın kriz sonrasındaki tutar olduğunu ve üniversitenin kriz esnasında bu miktara yakın bir meblağı kaybettiğini de ayrıca belirtmem gerekiyor). Üniversitenin 1995-2000 yılları arasında mezunları bünyesinde yürüttüğü bir kampanyada topladığı 1,14 milyarlık bağış ya da kampüs içerisindeki pek çok taşınmazda (taş, bank, bina, sıra, masa vs.) görebileceğiniz ve sözkonusu taşınmazın bağış olduğunu gösteren mezun isimlerinin çokluğu, hem bağışın üniversite açısından taşıdığı önemi hem de –artık mezun olmuş– öğrencilerin üniversiteleri ile kurdukları bağların kaviliğini göstermesi açısından kayda değer. Diğer taraftan üniversitenin de –özellikle lisans– öğrencileri ile ziyadesiyle ilgilendiğini belirtmek gerekiyor. Bu tavrın Princeton’a has olmadığını hatırdan çıkarmamak kaydı ile Princeton Üniversitesi’nin öğrencilerine en fazla fon ayıran üniversitelerden birisi olduğunun da altını çizelim. Örneğin; 5000 civarı lisans ve 2500 civarı lisansüstü öğrencisi olan Princeton Üniversitesi’nin 2002-2003 dönemi içerisinde öğrencilerine yaptığı yardım 13,25 milyon dolar. Bizde emsaline rastlanmayan bu nev‘i üniversite-öğrenci ilişkisinin tebârüz ettiği faaliyetlerden birisi ise mezuniyet töreninin hemen ardından düzenlenen ve üç gün süren mezunlar buluşması. Bizde liselerin mezunlar dernekleri tarafından düzenlenen ve –birkaç üniversiteyi istisna olarak kabul edersek– üniversite düzeyinde esamesi okunmayan pilav günlerine muadil olan bu etkinlikteki (ücretli olmasına rağmen) katılım yoğunluğu ve neredeyse yürümeye mecali olmayacak kadar ihtiyar mezunların dahi turuncu-siyah (Princeton Üniversitesi’nin bu renkleri kullanıyor) elbiseleri ile iştirak etmeleri herhalde yukarıda altını çizmeye çalıştığım aidiyet duygusunun en bariz göstergelerinden birisi.
Ne kadar uzak bize…
Mabadi var…