Çin İzlenimleri
Çin gibi bir ülkede sadece beş altı aylık bir tecrübenin ışığında hem mevcudu hem mümkünü hem muhayyeli anlamak çok kolay olmasa da böyle bir değerlendirme yazısını yazmanın vakti gelip geçiyordu. Bu sebeple en azından yazmak istediklerimi toparladığıma inandığım bir anda gitmeden önce muhayyilemde canlandırdığım Çin ile gördükten sonraki izlenimlerimi bir araya getirmeye çalışacağım. Nitekim gurbet en saf anlamı ile uzağın tadından bir tat almaksa ben de bu tadı sevdiklerimle paylaşmak isterim, acısıyla tatlısıyla.
Şehir deyince…
Şehir kelimesinin anlamını Mustafa Özel’in Medine Pazarı’nı anlattığı günlerde düşünmeye başlamıştım. İslâmî bir gelenekle yoğrulmuş Anadolu şehirlerinde yaşarken, modern dönem şehirlerinin özellikle Avrupa’da ortaya çıkardığı insan tipini ve bu insanın yaşam tarzını anlamaya çalışmak çok kolay değildi. Ancak hayatımda bunun istisnai örneğini Habermas’ın KamusallığınYapısal Dönüşümü adlı kitabını okurken yaşadım. Habermas 19. yüzyıl Paris’ini anlatırken, insanların ufak cafélerde siyaset, ekonomi, felsefe, sanat hakkında konuşmaya başlamalarını bir anlamda kamusallığın bir dönüşümü olarak okur ve sonrasında ise modern bir dönemin adımlarının bu insan tipi üzerinden entellektüeli, tüccarı ve bürokrasisi ile atılmaya başladığını söyler. Çok sonraları benzer bir iletişim ağının, bizim topraklarımızda belki yüzyıllardan beri şiir, hikâye,türküler veya mimarî aracılığı ile geliştiğini farkettim. Bu farkındalık, haliyle diğer şehirlerin hangi iletişim yöntemleri ile kendi iç dinamiklerini oluşturduğu sorusunu aklıma getirdi. Pekin’e ayak basan hemen hemen bütün tanıdığım Türklerin en büyük sorunu da bu iletişim araçlarının sıkı sıkıya devlete bağlı olmasından kaynaklanıyordu. Örneğin Cuma namazı çıkışında cami önündeki birliktelikler bir çay ocağında ya da cami kahvehanesinde devam edemiyordu. Bu sadece Müslümanlar için değil diğer Çinliler için de geçerli. Şehir merkezlerinde sadece turistlerin oturup muhabbet edebileceği kafeler var ama şehrin diğer bölgelerinde, üniversite kampüslerinde bile bu imkân çok sınırlı. Sadece bu örnekten yola çıkıp Mao sonrası oluşturulmaya çalışılan insan tipi üzerinde yorum yapılabilir; ancak her zaman akılda tutulması gereken şey, mevcut otoritenin ulaşamadığı ve her türlü sosyal etkiye karşı direnen gelenek ve kültürdür. Kısaca büyük şehirlerde Hutong denilen bölgeler ve küçük şehirlerin hemen hepsinde çok geniş yer bulan Çin geleneksel sosyal hayatı birşeylerin ulaşamadığı sosyal bir dinamizm olarak okunabilir.
Pekin’i görmeden önce, nasıl bir şehirle karşılaşacağımı bilmiyordum; dört bin yıllık bir medeniyeti mi, yoksa altmış yıllık komünist rejimi mi yansıtıyordu? Çünkü neresinden bakarsak bakalım ötekine kapısını daha yeni açan bir devletin sınırları içine giriyorduk. Böylece bir medeniyetin kadim topraklarına ayak bastığım bilincini asla yitirmemeye çalıştığım Pekin’in, “Bir imparatorluk şehri nasıl olur acaba?” soruları altında beni karşılayacağını umut ederken bir yabancı olmanın verdiği duygusal hislerle ve ufak tefek aksiliklerle başladı ilk tecrübelerimiz. Israrla burada karşılaşacağım her yeni -iyi veya kötü- şeyle aslında farklı tecrübeler edindiğimi tekrarladım durdum zihnimde. Ve kısa bir süre sonra şehir bize değişmişliğini, değişkenliğini, sabitelerini göstermeye başladı. İlk geldiğimiz günlerde özellikle havaalanından şehir merkezine doğru yol alırken gördüğümüz büyük ve ihtişamlı binalar, olimpiyat çalışmaları ile birleşince ortaya gerçekten modern ve bir o kadar da görkemli bir şehir çıkmış. Ben hâlâ binlerce yıllık bir medeniyetin şehir kültürünü merak ediyordum, o da bana ısrarla modern yüzünü gösteriyordu. Şimdilik anladığım kadarı ile modernliği gelenekle nasıl birleştirir ve özüme yakın olabilirim telâşı ile yoğrulan bir şehir var karşımızda. Şu ana kadar gezdiğimiz ve gördüğümüz yerlerde bu ikisinin mezcedildiğine şahit olduk. Nitekim Tianenmen Meydanı’nın İmparatorluk Sarayı ile birleşen ihtişamlı görüntüsü hemen yanıbaşındaki özgün Çin mimarisi ile birleşince Çinlilerin tabiri ile bir Çağdaş Dönem (Mao sonrası) tablosu ortaya çıkmış. Şehrin 30 kilometrelik bir alana yayılmış popüler yerleşim yerleri var. Bu alanı Mecidiyeköy ve Levent ile Kızılay ve Çankaya birleşimine benzetiyorum. Başkent olması ile Ankara, kültürel mirası ile İstanbulla karşı karşıyayız. Her ne kadar Şanghay’ın methini çok duysak da henüz görmediğimiz için bu değerlendirmelerle yetineceğiz. Şehrin varoşları bir bakıma mevcudu anlatıyor bizlere. Bu ihtişamın altında yatan fakirlik, aradaki uçurumu göstermesi açısından manidar. Ayrıca burada eski Pekin’i ve komün yaşam tarzını görmek isteyenler için “Hutong” adı verilen yerleşim bölgeleri bilinçli olarak korunuyor. Tabii şehrin merkezinden bunları kaldırmak için uğraşanlar var ama “Ee canım, o her yerde var!” deyip geçiyoruz.
Türkiye için İstanbul neyse Çin için de Pekin hemen hemen aynı öneme sahip. Arada önemli bir fark var tabii: Başkent Pekin siyasetin, İstanbul ise ekonominin merkezi. Pekin kozmopolit bir şehir ve bu özelliği ona aynı zamanda birçok önemli unsur katıyor. Bunlardan en önemlisi yüzleşmelerin gün geçtikçe hızlanarak devam etmesidir. Batı ile yüzleşme meselesi Türk akademyasında ilginç tartışmaları gündeme getirirken burada bu yüzleşme için kafa yoracak zaman bile yok. Örneğin Senegalli Babaka’nın ten renginin boya olup olmadığını merak eden Çinli ile, son model BMW’ye binip, sanat merkezlerinde tiyatro izleyen, opera dinleyen bir Çinli aynı mekânda yaşıyor.
Sosyal Hayat mı, Sosyalist Hayat mı?
Psikolojik ve maddî şartları uygun olduktan sonra bir yabancının şehre kısa sürede alışmaması için hiç bir sebep yok. Bu iki noktayı vurgulamamın sebebi ise Çin’de bir Müslüman olarak yaşamanın getirdiği zorluklar ve faydalar. Fayda, zorluklar aşıldıkça zorlukların belki katbekat misli geri dönüyor. Örneğin baharat kokusuna alıştıktan sonra, yemek sorununu çözüp huzurla çalışmalarınıza dönebiliyorsunuz. Ancak meseleler bununla bitmiyor. Benim tabirimle şehirde kapitalizmi köyde komünizmi veya evde komünizmi dışarda kapitalizmi, yakın çevresinde komünizmi diğerlerine karşı kapitalizmi yaşayan insanlar ahlâkî anlamda her türlü erozyona uğramış. Hâl böyle olunca, her ne kadar bizler kadar kafası karışık olmasa da arada kalmış bir nesil ortaya çıkıyor. Çalışkanlıkları ve tahammülleri ile direnmeye çalışsalar da modern hayata eklemlenmiş hayat biçimleri ahlâkî bakımdan çok yıpratıcı bir insan tipi ortaya çıkarmış. Bu söylediklerimi belki bizim yaşadığımız kültürel şokun alametleri olarak okuyabilir, hayatın a’dan z’ye bütün alanlarında bunu fark edebilirsiniz.
Burada tarihî sebeplerle açıklanabilecek iki tip insandan söz etmek mümkün. Birincisi, imparatorluk geleneğiyle yoğrulmuş, onunla anlam bulmuş insan. Ki her türlü müdahaleye rağmen kendi varlığını yaşatmaya devam ediyor. En önemli özelliği ise kendini diğeri üzerinden değil yine kendi üzerinden tanımlaması. Yabancılarla arası en iyi kesim. Onları, işgale gelen bir düşman değil de, sanki koskocaman bir medeniyet taşının içinde kaynamaya gelmiş insanlar gibi görüyor ve bir o kadar rahat tavırlarla hareket ediyorlar. Komünist dönem boyunca ne yaptıklarını düşününce aynı olgunluk ve sabırla bunu da göğüsleyebildiklerini sanıyorum. Nitekim, Mao’nun ölümünden hemen sonra başlatılan ekonomik açılımlar bunu göstermiştir. Yani hiç bir şekilde paniğe, telâşa kapılmıyorlar ve bir çözüm üreteceklerinden eminler.
İkinci tip insan, komünist dönemde, bu bilinçle yetişenler. Birincilere nazaran daha aktif ve daha kararlılar. İdeolojinin sosyal hayatı şekillendirebildiği ölçüde düzenlerini ona uydurmaya çalışıyorlar ve buna gerçekten iman ediyorlar. Bu sebeple yabancılara karşı garip tutumlar takınabiliyorlar.
Bu iki örneği şehrin bütün sosyal mekânlarında, kesimlerinde görmek mümkün: Yolcular, şoförler, yurt görevlileri, kasiyerler, tezgâhtarlar, taksiciler, polisler vs. Hemen her yerde bu iki tip insan ve iki farklı dönem gözünüze çarpıyor. Sonuç olarak bugün hızla değişen ve zenginleşen Çin, bütün bu atılımı ikinci kategoridekilerle yapıyor.
Modern ile gelenek arasında Eğitim ve Çince
Elçilikteki bayram resepsiyonunda konuştuğumuz kâtipler burada Çince öğrenip akademik çalışma yapmak istediğimi duyunca hemen gülümsediler. Çünkü bu zamana kadar böyle bir çalışma yapan Türk ne yazık ki yok. Son dönemde birçok kişi denemeye kalkışsa da yol kazaları buna pek imkân vermiyor. Çünkü Çin eğitim sistemi içinde modern eğitimin yeri büyük bir tartışma konusu. Sadece verilenle yetinmeniz ve araştırmalarınızda politik kaygılardan dolayı olabildiğince hassas davranmanız gerekir.
Her ne kadar dil zorluğun bir kısmını gösterse de içimdeki anlama ve bir şeyler bulma merakı hâlâ devam ediyor. Şu ana kadar öğrendiğim kadarı ile 80.000 karakteri olan bir dilin sadece günlük yaşantısını çözmek bir senenizi alabilir. Şimdilik haftada 100 kelime ezberliyoruz. Geri dönüşü zor bir dil; kanaatimce böyle olmasının sebebi öğrenirken toplam üç meseleye odaklanmasıdır. Birincisi kelime anlamları, ikincisi kelimelerin karakterleri ve üçüncüsü de tonlamalar. Hong Kong ve güney kesimlerin bazı yerlerinde on ton ile konuştuklarını öğrenince dört tonlu Mandarın diline şükrettim. Şunu da belirtmekte fayda var: Çinceyi nerede öğreneceğiniz de önemli. Modern eğitimin zerresinden bahsedemeyeceğimiz bir sisteme alışmak kolay değil tabii.
En azından Türkiye’de kötülenen ezber yönteminin burada tek ve alternatifsiz oluşunu gördükçe kendi kendime gülüyorum. Her gün bir hafız gibi metin, karakterler ve tonlamalarla Çince öğrenmeye çalışan birçok Avrupalıyı görmek manidar doğrusu. Gazete okumanın dahi ayrı bir eğitim seviyesi gerektirdiği bir kültürde bisikletçinin, manavın elindeki kalın kitapları görünce insan şaşırmadan edemiyor. Örneğin günlük konuşma dili için en az 3000 karakter, gazete okuyabilmek için 7000 karakter ve akademik bir çalışmayı hakkı ile yapabilmek için 10000 karakter bilmenin gerektiği söyleniyor.
Eğitimimize devam ettiğimiz “Peking Üniversity”, (üniversitenin ismini bu şekilde yazmamın sebebi burada çok karıştırılması) Çin’in en iyi iki üniversitesinden biri ve hemen herkes bu ismi kullanıyor. Çincesi “Bei Jing Da Xue” burada kimse tarafından kullanılmıyor ama adının başında “Bei Jing” bulunan birçok üniversite var. Bu sebeple üniversitenin İngilizcesinde böyle bir değişikliğe gitmişler. Üniversite beş yüz yıllık bir imparatorluk bahçesinin içine kurulmuş. Merkeze 22 kilometre uzaklıkta ve imparatorun Yazlık Sarayı’nın hemen yanıbaşında. İmparatorun dinlenme mekânlarından biri olan kampüsün içindeki göl ve diğer düzenlemeler hakikaten bu zamana kadar kampüs hasreti içinde yanıp tutuşan benim için çok rahatlatıcı oldu. Genelde akşam üzeri çıktığım gölün çevresinde gezerken Türkiye’deki şartlarımızı düşünmeden edemiyorum. Belki bunu eğitim kalitesi yüksek başka bir ülkede de söyleyebilirdim ama Çin’deki üniversitelerde bu rahatlığı görmek biraz daha farklı.
Son notlar
Son olarak yüzleşmeden bahsetmek istiyorum. Sadece Sarı Irmağın insanları ile değil diğer ülke vatandaşları ile de yüzleşiyoruz. Kendisini alternatif bir sistemik güç olarak görmek isteyen Çin Devleti, kendi dilini yaymak için başkentte BM havasında bir ortam hazırlamış. Bunun sonucunda ise ismini haritadan zorlukla anımsayabileceğiniz ülkelerin insanları buraya gelmiş. Yüzleşme yüz değiştirmeyi değil yüzünü korumayı esas alır, kanaatindeyim. Yüzleşme meselesinin özellikle bizim için bir anlam ifade etmesi gerekiyor. Çünkü Türkiye’nin sömürülmemesinin belki de sömürülememesinin sonuçlarını rahatlıkla görebiliyorsunuz burada. Örneğin herkesin rahatlıkla anlaşabileceği uluslararası bir dile sahip olduğunu görmek çok ilginç bir durum. Sudanlılar İngiliz aksanı ile İngilizce konuşuyor; çünkü İngiliz sömürgesinden kurtulmuşlar. Kübalılar ve Latin Amerikalıların çoğu birçok insanla İspanyolca anlaşabiliyor. Orta Asyalıların hemen hepsi birbirleriyle Rusça ile anlaşıyor. Çin’i ve Çincenin etki alanını hiç düşünmeden Arapça bilen Kuzey Afrikalılar, Farsçada birleşen Tacikler, Pakistanlılar, İranlılar vs. Bütün bunlar olup biterken kendimize dönüp bakıyoruz. Ve hatta birbirimize soruyoruz: İngilizcemiz Amerikan İngilizcesi mi yoksa İngiliz mi? Nijeryalı Abdüsselam “İngiliz, İngiliz” dese de biz kendimizi “Türkiye İngilizcesi” ekolüne uygun gördük. Ancak asıl soru hâlâ cevaplanmadı. Bunca insan anadili gibi bir yabancı dil konuşurken bizim böyle bir aidiyet hissedemeyişimizin sebebi ne? Bunun cevabını şimdilik sömürgeleştirilememizde buluyorum; dilimizi, en azından zihnimizi arındırabileceğimiz bir süzgeç olarak görüyorum. Soru şu: Ama nasıl bir dil?